Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

İnsanlara öğretilen dededen kalma bilgiler, çoğu için yeterli değildir. İnsanlık sürekli gelişmektedir. Geçmişte çok makul görülen bir açıklama, artık birçok kişi tarafından makul görülmemektedir. Haliyle yeni arayış, yeni cevaplar gerekmektedir. İşte bu arayış içinde kimi Budist olurken, kimi de farklı tarikatlarda aradığını bulduğunu düşünür.

İnsanların kendi varlığını sorgulaması, insanlık tarihi kadar eskidir. Cevabı arayan insanların çok çeşitli inançların peşinde koşması doğaldır. Bir Müslüman’la, uzaylı bir tarikata inanan insanın gerekçeleri aynıdır. Müslüman’ı Kuran tatmin ederken bazılarını tatmin etmez. Tatmin olmayanlar başka çözüm ve çareler arar. Bu konuda Avrupa çok daha fazla arayıştadır ve orada Budizm’i seçen çok insan vardır.

Bunun en önemli sebebi herkesin tam olarak üzerinde hemfikir olabilecekleri bir cevabın olmayışıdır. Bu soruşturmayı en iyi şekilde yapan Tolstoy düşüncelerini İtiraflarım adlı kitapta yazmıştır ve bir çözüme de ulaşamamıştır. Ulaştığı çözüm “dünya böyle olduğu için kabul etmek gerek” gibi bir şeydir. O kitabı okurken özellikle din konusundaki arayışı beni tam olarak yansıttığı için sanki benim yaşadıklarımı yazmış gibi gelmişti bana. Hatta Müslümanlık konusunda yaptığı araştırmayı, bazıları sonradan bulunca onu Müslüman diye sunmuştu. Benimde bilgisayarımda Musevilikle ilgili bir sürü araştırma var. Ben öldükten sonra, beni de Musevi ilan edebilirler diye düşünüyorum.

İnsanlık tarihsel süreçte sürekli gelişerek ilerledi. Bu ilerlemesi, zekâsıyla beraber oldu. ‘İnsanlık taş devrinden gelişerek bu günkü hale geldi’ kabul ederiz ama, çoğu kişi zekânın hep bu günkü durumda olduğunun kabulünü yapar. Bu aslında geçmişteki üstün insanlardan kaynaklanır. Örneğin; Galileo dünya dönüyor derken, çağdaşları insanın içindeki cadıyı çıkarmak için, kadınları cayır cayır yakıyordu. Ama o dönemi değerlendirirken, sanki tüm dünya Galileo gibiydi diye düşünürüz. Ya da Aristo dönemindeki tüm dünya Aristo gibi düşünüyordu kabul ederiz. Oysa Aristo’nun çağdaşlarının çoğu, avcı toplayıcı kabilelerdi. Gelişmeyi anlatırken, bu insanların yazdıklarını değerlendirip tüm dünyaya, öyleymiş ön kabulü ile bakarız. Oysa Galileo ya da Aristo bireysel insanlardır. Kendi dönemlerindeki dünya insanının genelini temsil edemezler. Hele zekâ olarak hiç temsil edemezler.

Bu detaya girmemdeki asıl amacım, insanlığın zekâ olarak sürekli geliştiğini anlatmaya çalışmaktır. Benim bu çıkarımımı, Sayın James Robert Flinn yaptığı araştırmayla kanıtlamış oldu. Ona göre insan nesli, her on yılda üç puan zekâ artışına uğruyor. Yani sizler, bir önceki nesilden en az 3 puan daha zekisiniz. Sizden sonraki nesil de, sizden zekidir. İşte bu gelişmenin bir nirvanası olmalıdır. En azından dünyasal bir nirvanası mutlaka olmalıdır.

Benim dünyada gözlemlediğim aydınlanma ve yeni arayışlar bu duruma işaret gibidir.

Şöyle bir beyin egzersizi yapıyorum. İnsanı insan yapan şey, düşünme yeteneğiyse, insanlık ilerde saf düşünceye döner mi? Yani madde bedene ihtiyaç hissetmeden, saf zihin olarak yaşayabilir mi? Eğer bu mümkün olabilecek bir durumsa, bunun olmasını temsil eden bir şey olmalı. Şöyle bir şeyle karşılaşıyorum… Tüm dinlerin kabul ettikleri bir olgu var. Bu olguya kıyamet diyoruz. Kıyamet her ne kadar felaket senaryolarıyla eşdeğer gidiyorsa da, aslında gerçek anlamı uyanmaktır. Kıyamet senaryolarını bir tarafa bırakıp, uyanmak kısmıyla ilgileniyorum. İnsanlar kıyamette uyanacak ise, şu anda uyuyorlar demektir. Bu ‘uyuma’ ile bilgisizlik kastediliyor. Yani biz ne olduğumuz ya da olacağımız konusunda tam bir kara cahiliz. Aslında bir dine inanan için, bilinen bir şeyler var ama bilimsel desteği olmadığı için kabul görmez.

Bilmem farkında mısınız ama, insanlık bilgi birikimini bilim ve dine borçludur. Her iki bilgi kaynağı, bilgi dağarcığımızın en büyük bölümünü oluşturur.

Bana göre dinlerle verilen bilginin îlâhi bir kaynağının olduğu kesin. Çünkü bu bilgiyi bize iletenlerin bu kadar yetenekli olmadığını görebiliyoruz. Yani Hıristiyanlığı veya Müslümanlığı bir kişi oluşturup tüm dünyada yayılmasını sağlayamazdı. Üstelik o zamanın şartlarında iletişimin olmadığı düşünülürse bu işin ne kadar imkânsız olduğu anlaşılır. Ben, yeni bir şeyler söylüyorum ama kaç kişinin haberi var. Üstelik iletişimin zirve yaptığı bir çağda 1000 kişiye ulaşamadım. Peki, peygamberler iletişimin sadece dedikodu şeklinde olduğu bir zamanda, o kadar insana nasıl ulaştılar. Kesinlikle destek almadan bu işi başaramazlardı. Benimde sesimi duyurabilmek için, mutlaka destek almam gerekiyor.

İşte vurgulamaya çalıştığım şey insanlığın ulaştığı tüm bilgide kutsal mekânların parmağı vardır. Özellikle Einstein’ı gözümüze sokarcasına hazırlayıp bize gönderdiler. Çünkü onun verdiği bilgiler çağının en az yüzyıl ilerisindedir.

Bir çocuk düşünün ki dört yaşında konuşmaya başlayabiliyor. Tüm okulları boyunca çok başarısız bir öğrenci… Zar zor öğretmen oluyor ama onu kimse kabul etmiyor. İş bulamıyor ve babasının torpiliyle patent bürosunda işe giriyor. Sonra dünyayı alt üst edecek bir bilgi fışkırıyor, bu başarısız öğrenciden. Üstelik bu bilgi öyle okunup araştırılıp bulunabilecek bir türden bir bilgi de değil. Daha da önemlisi Newton ve Öklit oluşturdukları evreni tüm otoriteler itirazsız kabul etmişler ve bu bilgilerin yetersizliğinden bahseden kimse yok. Ateist bilim, Newton’la tam istediğini yakalamış. “Kütle çekimi tüm evrenin her noktasına etki ettiği için, artık tanrıya yer kalmamıştır” esprileri bile yapılmaktaydı. Yani, ortalıkta yeni bir düzen arayışı hiç yoktu.

Einstein’da bu düzenin içinde yetişmiş ve başlarda hiç itiraz etmemiştir. Hatta esirin varlığını ispat etmeye çalışan Michelson-Marley deneyini kullanarak durumu açıklamaya çalışmış ama sonuçlar onu mucizevî bir yöne götürmüştür. Bir rivayete göre kendi çağında onu hakkıyla anlayan üç kişi olduğu söylenir.

Peki, Einstein’ı uçuran neydi? Ona daha önce kimsenin düşünmediği gibi düşünmeyi sağlayan ne olabilir? Bildiğim kadarıyla beyni incelendi ve küçük bir fark bulundu. Bu farkında önceden mi olduğu yoksa sonradan mı oluştuğu konusunda bir bilgi yok.

Kendisine sorulduğunda “sezgilerim” demiş. Sezgilerim demiş ama bu sezgilerin nasıl çalıştığı ile ilgili bir yorum yapmamış. 40 yaşına kadar tüm teorilerini oluşturmuş ve ondan sonra yeni bir şey üretememiştir. Hatta kuantum teorisine uzun süreler karşı çıkmıştır. Fakat en sonunda Bohr’un onu alt etmesiyle, itiraz etmekten vazgeçmiştir.

İşte gelmiş geçmiş en büyük dehalardan biri olarak kabul edilen bu insanın söylediği “sezgilerim” kelimesini masaya yatırmak istiyorum. Çünkü tüm ipuçları bu kelimede yatıyor.

Sezgi; kelime anlamıyla, “Sezme yeteneği, feraset. Gerçeğin deneye veya akla vurmadan, doğrudan doğruya kavranması” anlamı taşır. Pek bilimsel bir yol değil ama tüm bilim insanlarının kullandığı bir yöntemdir.

Dr. Zülfikâr Özkân “Bilincin Gücü” adlı kitabında “sezgi” hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Sezgi, mantıklı adımlarla ilerlemez ve mantık yürütmez. Anında ve doğru olarak bilgiye ulaşır. Sezgi yolu ile edindiğimiz bilgiye beş duyu ile ulaşamayız. Sezgi, deneye dayalı bir yöntemle bilgi toplamaz. Sezgi, insanın bilincini sınırsız bir şekilde yükseltir.”

Daha iyi bir tanımlamayı ise imam Gazali yapmış. “İnsan bilgi yolunda duygulardan da akıldan da yararlanabilir. Ancak, bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini vermez. Zira gerçek ve kesin bilgi “sezgi” yoluyla elde edilir. Bu bilgi türü insanın gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner.”

Görüldüğü gibi sezgi denilen şey ile vahiy, çok benzeşmektedir. Fakat aralarında belirgin farklar vardır.

Vahiy alan kişi, bilgiyi doğaüstü bir varlıktan aldığını bilir. Bilgiyi sorgulamaz, eleştirmez. Mutlak itaat vardır. Sezgide ise mutlakıyet yoktur. Kişi sezgiyi nereden aldığını pek bilemez, şüphelense bile kimseye açıklama yapamaz. Fakat sonuçlarını deneyerek, doğru bilgiye ulaştığını anlar. Acaba Einstein’ın da dediği sezgi böyle bir şey miydi? Çok büyük bir ihtimalle… çünkü uyguladığı mantık oyunları ipucu oluşturuyor.

Einstein’ın uyguladığı mantık oyunlarından, en çok sevdiğimi yazmak istiyorum. Einstein hayalinde, güneşteki bir fotona bindiğini ve sonsuza doğru gittiğini düşündü. Sezgilerini serbest bıraktığında, kendini tekrar güneşte buldu. İşte mantığına uymayan bunun gibi durumlarda, sezgilerinin ona daha doğru bilgi verdiğini anladı ve meşhur teorilerini oluşturdu.  Bu güneş düşüncesiyle uzayın sınırsız ama sonlu bir hacme sahip olduğunu anladı.

Sanırım bu özellik sadece Einstein’a özgü değildir. Benzer bir durum da Darvin yaşamıştır. İyi bir Hıristiyan olmak için uğraşan Darvin, kaderin cilvesiyle, dindarların en sevmediği kişi olmuştur. Konunun detaylarını “İnsanın yönlendirildiğine üç örnek” adlı makaleden okuyabilirsiniz.

Birde bilim insanlarının sıkıştıkları yerde, bazen imdatlarına koşan, rüyaları vardır. Niels Bohr’un atomun yapısını çözmeye çalışırken gördüğü rüya, Benzenin mucidi Kekule’nin  rüyası gibi rüyalar, sanırım günümüzde de görülüyordur. Konuyu “Rüyalarımızın başka anlamı mı var?” adlı makaleden okuyabilirsiniz.

Bu düşünceler eşliğinde ben, “sezginin” insan dışında farklı bir güç tarafından oluşturulduğunu düşünüyorum. Bu düşünceyi kabul etmemin asıl sebebi “sezgiyle ulaşılan sonuca mantıksal olarak varılamaması. Yani mantık başka şey söylerken sezgi başka şey söyler. Bu bilgi birikimi sonucu da olamaz. Çünkü mevcut bilgileri de yerle bir eder.” 

Nisan 2009 Bilim teknikteki bir röportajda Nancy Andreasen’in yaratıcı insanların eserlerini yaratırken ki durumlarını açıklaması bize epey ipuçları vermektedir. Evet, bu çok tipik bir durum, bütün  yaratıcı insanlar aynı şeyden bahsediyorlar, özellikle sanat dallarında olanlar. Ne diyeceklerini veya ne yazacaklarını o ana kadar bilmiyorlar, ama o anda içlerindeki bir şey yapacaklarını üretiyor, bilinçli olarak değil bilinçdışından gelen bir şey.” Görüldüğü gibi yaratıcı insanlar eserlerinin kendi dışından geldiğini zaten biliyorlar. Sadece sistemin çalışmasını bilmedikleri için adlandıramıyorlar.

Dâhi olmanın sırrı” adlı makalede dâhiliği inceledim. Dâhilik ile sezgi beraberdirler. Sezgi alabilen kişiler, dâhi olurlar. Yani kişi, yönlendirilirse ulaştığı sonuçlar, dünya için sürpriz olabilir. Yoksa doğal süreç içindeki bir insan, bir dâhinin ulaştığı sonuçlara ulaşamaz. Çünkü dâhi, düşünülmeyeni düşünür ve ilişkisiz konular arasında bağ kurar. Bunu da ancak yönlendirilirse yapabilir.

Bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Günümüzde hiç eğitim almadan 3-4 yaşlarında piyano çalabilen insanlar var. 6 yaşında 10 dili ana dili gibi konuşabilen kişiler var. Bu tür insanlar dâhi değildir. O insanların ruhsal yetenekleri erken yaşta ortaya çıkmış olur. Çok iyi bir müzisyen ya da ressam olabilirler. Fakat Mozart ya da Leonardo gibi dünyayı değiştirecek bir yapıları olamaz. Çünkü onlar doğal sürecin dışına çıkabilecek sezgilerden yoksundurlar.

Gelelim bu sezginin kaynağına. Ben evreni oluşturan programın oluşumundan beri, insanlığın gelişimi için, gerekli bilgileri evrene yayınladığını düşünüyorum. İnsan bir alıcıdır. Yeterli seviyeye geldiğinde yayınlanan bu yayını alarak bilgiyi dünyaya yayar. Fakat ancak yayınlanan bilginin frekansına ulaşıldığında, o yayın alınabildiği için, her bilgi, ancak frekansına gelebilen kişi veya kişiler tarafından alınabilir. Einstein gibi, zamanının çok öncesinde bilgi alınması da mümkündür. Bunun için, iş organize edilir. Yani, Einstein bu bilgileri alabilsin diye, organize edilmiştir. Çünkü insanlığın tekâmülü, erken gelen bilgilerin çözümlenmeye çalışmasıyla artmaktadır. Tekâmülün artması öğrenme ve araştırmayla direk ilgilidir. Beynini çok kullanan kişi, tekâmülde daha iyi sonuçlar alır. Onun için, erkekler düşünmeyi daha çok sevdiklerinden, tekâmülde avantaj sağlarlar. Fakat kadınların annelik yapması ve daha uzun yaşaması aradaki açığı kapatır.

Seyfullah DEMİR