Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

İnsanoğlunun dünya üzerindeki macerası tam bir mutabakat olmasa da kabaca biliniyor. 6-8 milyon yıl önce ilk hominidin yaşamış olduğu düşünülüyor. Âdemoğlunun kökeni ise biraz daha karışıktır. Çünkü birçok araştırmanın sonuçları çok farklı tarihleri gösterdiği için net bir sonuç çıkmasa da, genel kabul 200 bin yıl olduğu yönündedir. Bulunan kemiklere bakarsak daha uzak tarihleri baz almamız gerekir ama, Genler üzerine yapılan çalışmalar, çok daha yakın zamanları göstermektedir. Erkeklerin Y kromozomu üzerinden ulaşılan bilgiye göre, Âdem 60 bin yaşındadır. Kadınlardaki mitokontriyal DNA’ya göre ise Havva 130 bin yaşındadır. Ortak bir zamana ulaşılamadığı için, Âdemoğlunun geçmişi 200 bin yıl olarak kabul edilmektedir ama, bana göre çok hatalı bir tarihtir.

İlk hominid ile insan arasında, sayısını bilmediğimiz oranda türler oluşmuştur. Bunlardan yirminin üzerinde olanının kemiklerine ulaşılmıştır. Hiçbiri insanın atası olmamasına rağmen, hepsi bizimle akrabadır.  Bilimin söylediğine göre, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. Yaklaşık 8 milyon yıldır, dünyada iki ayağı üzerinde yürüyen ve çeşitli taş aletler yapabilen türler yaşadı ve nesilleri yok oldu. Bu türlerden en bilineni, Neandertal insanıdır. Neandertal insanlarının ölülerini gömdüğü, yaşlılarına baktığı gibi ciddi akıl emareleri gösterdikleri bilinmektedir. Başka bir türde Cro-Magnonlardır. Onların da ileri düzeyde sanata sahip olduğu, evler yapabildiği ve kumaş dokuyabikleri bilinmektedir. Fakat ne hikmetse, onların da nesli tükenmiştir. Üstelik Buzul çağını sağ salim atlatmışlar ama, tam rahat erip, gelişip çoğalacakları zamanda yok olmuşlardır. Milyonlarca yıl dünyada medeniyet türetemeyen hominid türleri içinden biri, ne hikmetse medeniyet türetebilmiştir. Pek çok kişi; Homo Sapiensin bu ayrıcalığı neden kazandığını araştırmaktadır. Homo sapiensin dünyaya Sümer ve Mısır medeniyetleriyle damgasını vurduğunu görüyoruz. Bende Sümer ve Mısır medeniyetlerinin neden ve nasıl oluşabileceğini araştıracağım. David Furlong’un Piramitler gerçeği adlı kitabında Mısır için yazdıkları çok manidardır.

 [stextbox id=”grey”]

Verimli Nil havzasında çok uzun bir zamandır insan varlığının bulunduğuna dair güçlü kanıtlar vardır. MÖ 4000 yıllarına uzanan ve Badarian adıyla bilinen bir kültürde keten giysiler, çömlekler ve küçük süs eşyaları yapılmıştır. MÖ 3200 ile 3100 yıllarında tek bir kralın yönetimi altında birleşene kadar Mısır’da çok yavaş bir gelişim vardı.

O noktada, tam olarak gelişmiş bir hiyeroglif yazı ortaya çıkmıştır. Bunun ardından Mısır uygarlığı dev bir adımla sıçramıştır. Çok kısa bir süre içinde sanat, mimari, tıp ve sosyal düzen çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Dinde ise insanlık Amon-Ra adında bir mutlak tanrı tarafından yönetilen yüce bir hiyerarşi içindeki yerini almış, şimdiki Kahire’nin bir varoşu olan Heliopolis yeni dinin merkezi haline gelmiştir.

[/stextbox]

Profesör Walter Emery, Arkaik Mısır adlı kitabında şöyle demektedir:

 [stextbox id=”grey”]Kapıldığımız izlenim, dolaylı bir bağlantının, hatta belki etkileri Fırat ve Nil boyunca yayılan üçüncü bir grubun varolduğudur… Modern araştırmacılar, hipotetik bir yerden ya da keşfedilmemiş bir bölgeden göç eden insanların olduğu ihtimaline kulak tıkamaktadırlar. (Ancak) iki uygarlık arasındaki farkları en iyi şekilde açıklamak için kültürel gelişimlerin üçüncü bir gruptan, bağımsız bir şekilde Mezopotamya ve Mısır’a geçtiğini düşünebiliriz.[/stextbox]

Bu düşünceyi bende destekliyorum. Yerden biter gibi meydana çıkan Sümer ve Mısır medeniyetinin, bir ön hazırlığı olmak durumundadır. Ne Sümer’de nede Mısır’da bu ön hazırlığın izleri olmadığına göre, insanlar buralara başka yerlerden gelmiş olmalı. MÖ ilk  yüzyılda Romalı tarihçi Diodorus Siculus ise, bize bu konuda şöyle bir bilgi vermektedir:

 [stextbox id=”grey”]Mısırlılar, uzak zamanlarda Nil’in kıyısına yerleşerek anavatanlarının uygarlığını, çizim sanatını ve cilalı dillerini getirmiş olan yabancılardı. Batan güneşin yönünden gelmişlerdi ve en eski insanlardı.[/stextbox]

sahra

Şekil 1 Büyük Sahra Çölünde 10 bin yıl önce büyük göller vardı.


Günümüzde Mısır’dan batıya doğru baktığımızda karşımıza uçsuz bucaksız çöller çıkar. Onun için de, pek çok kişi bu düşünceye olumlu bakmaz. Sahra Çölü, 9 ila 7 bin yıl önce üzerinde birçok kabileyi barındıran göller ve akarsularla kaplı, bitek ve verimli bir bölgeydi. Libya yine bu günkü gibi çöldü ama özellikle Cezayir’in güneyinde büyük göller ve nehirler vardı.

İşte o verimli bölge bu gün kaya resimleriyle ünlüdür. Resimlere göre orada epey gelişmiş birilerinin yaşadığı kesindir. 5 ile 10 bin yıllık resimler bize epey ipuçları vermektedir. Özellikle bazı resimler Mısır’dan alınma gibidir. Bu da Mısırlıların o bölgeden göç ettirildiğinin göstergesidir.

05tassilimisir1

Şekil 2 Mısır resimleri gibi. (sol alttaki resim Mısır çizimidir.)

 Başka bir yazımda; Göbekli Tepe’nin Nuh Tufanı öncesi, Çatalhöyük’ün ise Nuh Tufanı sonrası yerleşim yeri olduğunu söylemiştim. İnsanlık yerleşik düzene Göbekli Tepe’yle geçmiştir. Her ne kadar orası bir yaşam yeri değilse de insanların bir yerde ve bir arada yaşamasını zorunlu kıldığından, yerleşik düzenin ilk emaresi olarak görülmektedir. Daha önce, “tarım başladığında yerleşik düzene geçilmiştir” diye düşünülürken artık, “inançlar insanların yerleşik düzene geçmesine önayak olmuştur” diye düşünülüyor. Zaten Göbekli Tepe’ye (hem yer, hem zaman olarak) yakın başka yerleşik düzen kurulmuş bölgeler de bulunmuştur. Bereketli hilâl  bölgesinde küçük yerleşik düzen köyleri vardır. Örneğin; Nevali Çori, çanak çömleksiz döneme ait bir yerleşim yeridir. Hem avcı-toplayıcılık hem de tarım vardır. Orasının Göbekli Tepe’den bin yıl kadar sonra kurulmuş bir yerleşim yeri olduğu düşünülmektedir. 

bereketli hilal

Şekil 3 Bereketli Hilâl

  İşte pagan tanrıları dediğim geçmiş dönem görevlileri, önce Göbeklitepe’de, sonra Çatalhöyük’te ön hazırlığını yaptıkları Âdemoğullarını, Mezopotamya’ya götürüp, yeni bir medeniyet kurdurmuşlardır.

 Göbekli Tepe’den bahsedince sanki, sıradan bir yerden bahsediyormuşum imajı oluşmasın. Gerçekten o eserleri nasıl yaptıklarını anlayamıyoruz. Bu gün, bir Anadolu köyüne gidip, 10 ton ağırlığındaki bir taşı araziden çıkarıp, 2 km taşıyıp, üzerinde hayvan rölyefleri olacak şekilde yontarak, dikmelerini istesek sanırım yapamazlar. Göbekli Tepe sakinlerinin ne kadar muazzam iş çıkardıklarını, Bilim Teknik dergisi Temmuz 2014 sayısındaki Göbeklitepe adlı yazısından, bir pasaj alarak anlatmaya çalışayım.

Göbekşi

Şekil 5 Göbekli Tepe’de sembolik işaretler

 [stextbox id=”grey”]

Bu bağlamda Göbekli Tepe’nin anıtsal yapısı, bölgedeki Erken Çanak-Çömleksiz Yenitaş Devri kültürünün, avcı-toplayıcılardan beklendiğinin aksine “basit” bir sosyal organizasyonun çok ilerisinde olduğuna şüphe bırakmıyor.

Onlarca ton ağırlıktaki kireç taşlarının taş ocağında kesilmesinin ya da yontularak çıkarılmasının, istenen yere taşınmasının kusursuz bir uzmanlık istediği açık. Ayrıca taştan anıtların teknik bilgi sahibi olmaksızın, örneğin halatla çekmeyi, yuvarlamayı ve kaldıraç kullanmayı bilmeden dikilmesi imkânsız.

Dikili T taşların, yüzeyde kabartma desenler oluşturmak için kusursuz bir hassaslıkta yumuşatılmış olduğunu düşünmek bile tek başına hayranlık uyandırmaya yetiyor. Devasa büyüklükteki bu taşların tüm yüzeylerini kullanarak kabartma motifler tasarlayıp işleyebilmek de son derece incelikli bir sanat eğitimi ve derinlikli bilgi gerektiriyor.

[/stextbox]

Bu insanların, MÖ 11.000 ile 9000 arasında yaşadığını unutmayalım. İnsanların teknolojik hiçbir bilgisi ve altyapısı yok. Avcı-toplayıcı hayat tarzı sürdürüyorlar ve en teknolojik aletleri mızrak. Demir gibi herhangi bir metal ile tanışmamışlar. Zaten, zor olan bir hayat sürdürmek zorundalar. Fakat yine de ellerinde olmayan aletlerle, bu taşları kesmiş ve yontmuşlar.

Göbeklitepe

Şekil 5 Bu hayvanı yapan heykeltıraş, taşı yontmaya başlamadan bu hayvanı planlamak zorundaydı

Şekil 5’deki timsahla aslan arası rölyefi yapan heykeltıraş, taşı yontmaya başlamadan önce neyi nasıl yapacağını planlamak zorundaydı. Böyle bir şeyi yapabilen kişi, kesinlikle üç boyutlu düşünme yeteneğine sahip demektir. Bu da üst seviyede düşünme yeteneği gerektirir. Peki, üst seviyede düşünme yeteneğine sahip bir toplumun, tarımı bulamamış olması, bir ironi değil midir? Bu yetenekteki birinin doğru dürüst giysi ya da ev yapamamış olması garip bir durumdur. 

Benim düşünceme göre üç boyutlu düşünce yeteneği olan, sadece bu insanların tanrılarıydı. Bu taşları yontturabilmek için göbeği çatlamış olmalıdır. Çünkü geri zekâlı insana bir şeyi öğretebilmek, gerçekten sabır isteyen bir şeydir. Elbette bu heykellerin ve içindeki şekillerin ne anlama geldiğini onlara anlatmıştır. Böylece o insanlar H harfinin ne anlama geldiğini kuşaktan kuşağa aktarmış ve onu özümsemişlerdir. Çünkü bu bilgi zamanı geldiğinde yazıya dönüşecektir.

Göbekli Tepe’de taşlara kabartma ve semboller yaptırılmıştı. Çatalhöyük’teyse resim sanatı geliştirilmiştir. Yani her iki yerde insanlara bilinen nesneler yanında sembollerde öğretilmişti. Eğer Çatalhöyük’ten daha sonra ki bir yerleşim yerini bulabilirsek çok daha fazla sembole rastlamamız gerekir. Çünkü yazı ile bu semboller arasında, ara semboller olması mantıklıdır. Zaten hem Sümer’de hem de Mısır’da ilk yazı resim yazısıdır. Yani bir resim bir nesneyi yada eylemi temsil ediyordu. Örneğin bir boğa başı Ɐ, zaman içinde A şekline dönüşmüş olabilir. Belki de ilk anlamı “boğa avlamaya gidiyorum” şeklindeydi.

Âdemoğulları yazıyı anlayıp kullanabilecek kadar geliştiğinde, büyük bir ihtimalle en zekileri alınıp, Basra körfezinde yeni bir medeniyet kurmak için göç ettirilmiştir. Zaten sembollerle yazının alt yapıları oluşturulmuştu. Önce kaba yazı diyebileceğimiz resim yazısı geliştirilmiş ve zaman içinde hiyeroglif veya çivi yazısına dönüştürülmüştür. Bu sürecin bir benzeri Sahra çölündeki Tassili n’Ajjer bölgesi ile Mısır arasında gerçekleşmiştir. Amerika’da da bir benzerinin olması kuvvetle muhtemeldir.

Başlarda içlerinden en zekileri seçilerek yazı öğretilmiştir. Onları rahipler olarak biliyoruz. Yazının halka inebilmesi için, biraz daha zaman geçmesi gerekmiştir. Sümerlilere kurdurdukları sistemi biliyoruz. Kendisi de öğretmen olan Sümerli Ludingirra’nın anılarından durumu öğrenebildik. Ludingirra, Akadların Sümer’i işgalleri sırasında yaşamış biri. Onun için tanrıları bizzat görmemiş. Fakat geleneklerinden her şeyi onlardan öğrendiklerini biliyor. Zaten Sümer tanrıları insanların uymaları için, gereken şeyleri me’lere yazıp tapınaklarda muhafaza etmişler. Fakat Ludingirra bu me’lerin içeriklerinden haberdar ama, kendisi hiç görmüş mü belli değil. Kendisi de tanrıların oluşturduğu eğitim sistemi içinde okumuş ve o sistemi uygulamaya çalışan biri. Çevredeki diğer ülkelere bakarak, kurmuş oldukları medeniyetin kıymetini anlayan biri. Kendilerinin ne kadar ilerde olduklarının farkında.

Sümerlere kurdurulan medeniyet, bu günkü pek çok medeniyetten daha ileri idi. Çünkü onlara o kanun ve kuralları öğretenler, asla çıkar düşünmeyen ve onların tanrı diye düşündükleri görevlilerdi. Onlara ileri bir medeniyetin yapması gerekenleri öğrettiler ama, hep onların başlarında kalmadılar. Onlar ayrıldıktan sonra, yerlerine insan krallar bıraktılar. Krallar tanrılar kadar yetenekli olmadıkları için, halk arasında sorunlar başladı. Böylece krallar kanun ve kuralları kendi çıkarlarına değiştiler. Bu sebeple sonraki medeniyetler, ilk kurulan medeniyetlerden daha geri olmuştur. Biz Sümerlerin seviyesine ancak yirminci yüzyılda gelebildik. Aslında kendini medeni sayan Batı, kendi çıkarı için başkalarını acımasızca kullanabilmektedir. Bu açıdan baktığımızda, henüz Sümerleri yakalayamadığımız ortadadır. Normalde en geri medeniyet, ilk kurulanı olması gerekirken, en moderni ilk kurulanı olması bir ipucudur. Üstelik bir geçmişi yokken… Yani Âdemoğulları medeniyeti ilkelden medeniye doğru gelişmesi gerekirken, modernden ilkele, sonra tekrar ilkelden moderne doğru ilerlemiştir. Neden bu şekilde geliştiği çok açık. Başta Âdemoğluna yardım edilmiştir. Sonra yardım eli geri çekilince, modernden ilkele doğru gidilmiştir. İnsan gelişmeye devam ettiği için bir noktadan sonra medeniyet düzeyini moderne doğru çevirmiştir.

Aynı süreci Mısırlılarda yaşamışlardır. Tassili n’Ajjer bölgesindeki kaya resimleri incelenirse, çok fazla sembol resmin bulunduğunu görebiliriz. Sanki o bölgede olimpiyatlar yapılmış gibidir. Bazı şekiller yazıyı andırmaktadır. Bu bölgenin Mısır’la bağı olduğu kesindir. Çünkü, Mısır resim stilinin aynısını, oradaki bazı resimlerde görmekteyiz.

Anladığım kadarıyla Tassili n’Ajjer  bölgesinden Mısır’a yapılan göç, Tevrat’taki Musa’nın göçü olarak bize sunulmuştur. Zaten, Mısır’dan çıkan biri Kenan diyarına gitmek için Kızıldeniz’den geçmek zorunda değildir.  Bu anlatımların semboller olduğunu anlamak gerekir.  Tassili n’Ajjer bölgesi üç büyük gölün ortasındaydı ve çok büyük nehirler vardı. Belki Kızıldeniz’in yarılmasıyla anlatılan şey o nehir ya da göllerin kurumasıdır.

Avrupa’da buzul çağı sona ererken, Tassili n’Ajjer  bölgesi de gittikçe kuraklaştı. Daha doğrusu çöl, bugünkü halini almaya başladı. Önce nehirler, sonra göller kurudu. Kaya resimlerinde su altına dalan dalgıçları andıran resimler bulunmaktadır. Tevrat, orada oluşan kuraklığı sembolize etmek için, Kızıldeniz’in yarılmasını kullanmış olmalıdır. Nehirler kuruyunca, insanlar göç ettirilerek Mısır’a getirilmiştir. Libya her dönem çöldü. Onun için insanların o çölü geçmesi epey zor olmuştur. Sanırım Kudret helvası, o insanlara görevliler tarafından verilmiş azıktır. O kadar büyük topluluk ancak 40 yılda Mısır’a getirilmiş olmalıdır. Böylece Tassili n’Ajjer  bölgesinden getirilen insanlarla Mısır medeniyeti kurulmuştur. Tıpkı, diğer tarafta olduğu gibi zeki olanlar seçilip, rahip sınıfını oluşturmuştur.

Başlarda Mısır’ı tanrılar yani görevliler yönetmiştir. Zaten orada var olan bir kütüphanenin korunmasını da sağlamışlardır. Piramitleri organize ederek kütüphane gizlenmiştir. Onlar yönetimi bıraktıktan sonra yerlerine gelen insan krallar, yapılan piramitleri taklit etmeye çalışmışlar. Çünkü, halk piramitleri ancak tanrıların yapabileceğine inanmıştı. Fakat tanrılar kadar teknolojik bilgi ve yeteneğe sahip olmadıkları için, piramitlerin içlerini kerpiç yapmak zorunda kalmışlardır. Görevliler, piramitleri, kütüphaneyi hem korumak hem de zamanı geldiğinde bulunması için yapmışlar ama insan krallar onları taklit için yapmıştır. İnsanlara kendilerinin de, tanrı olduklarını ispatlamak isteğinin ürünleri, diğer piramitlerdir. Böylece uzun zaman başta kalabilmişler ve Mısır medeniyeti Sümer’den çok daha uzun sürebilmiştir.

Sümerlerin Mısırlılardan farklı tarafı, ana besin üretimiydi. Mısır’da Nil’in taşmasına dayalı bir besin üretimi vardı. Oysa Sümer’de hem sulu hem kuru tarım yapılabiliyordu. Yani dünyanın en önemli ürünü buğday ana tarım ürünüydü. Buğdayın en önemli özelliği ise besleyici olmasının yanında dünyanın her yerinde yetiştirilebiliyor olmasıdır. Böylece arkadan gelen medeniyetler Sümer’leri taklit edebilmiş ama, Mısır’ı taklit edememişlerdir. Oysa Mısır Sümer’den çok daha uzun süre ayakta kalabilmiştir ama, dünyayı şekillendiren Sümer’ler olmuştur.  Sümerlerden sonra gelen bütün medeniyetler, Hitit, Yunan, Roma vb hepsi Sümerleri taklit etmiştir. Önemli bir detay da, bu gün kullandığımız buğday (büyük bir ihtimalle Sümerlerin de kullandığı) Göbekli Tepe’nin yakınında bulunan Karacadağ yöresinden dünyaya yayılmıştır. Yayılma işinde, Sümer’in rolü büyük olmalıdır. Sümer medeniyetinin taklidinde, elbette tanrıların da payı büyüktür. Çünkü o dönemlerdeki her medeniyet, bu tanrıların işidir. Birini organize edip insan krallara bırakıyor, sonra onun zayıflamaya başlamasıyla, bir başkasını organize ediyorlardı.

Dünyada besin zinciri, dört farklı medeniyet türetmiştir. Sümerler buğdayla, Mısırlılar Nil’in taşmasına dayalı ürünlerle, Çinliler pirinçle ve Kızılderililer mısırla gelişmiştir. Bunlardan buğday ve Mısır dünyanın farklı yerlerinde de kullanılabilecek yeteneğe sahipti. Mısır Amerika kıtasında kapalı kaldığı için, eski dünya ancak buğdayı kullanabilmiştir. Amerika’nın keşfinden sonra hem buğday hem de mısır toplumların lokomotifi olabilmiştir. Pirinç, çok su isteyen bir yapıda olduğu için taklit edilmesi zordur. Hele Nil’in taşmasına dayalı tarım şekli bu gün bile, Mısırlılar tarafından kullanılmamaktadır. Nil’in üstüne baraj yaparak, taşmasını engellemişlerdir.

İspanyollar Amerika’ya gittiklerinde, oradaki yerlilerden üç yüz yıl kadar daha ilerde idi. Bu farkın buğdaydan çok inançtan kaynaklandığını sanıyorum. Çünkü, Kızılderililer, kominizim sistemine benzer bir yapıdaydı. Yani kişilerin mal ve mülk edinmesine dayalı bir sistemleri yoktu. Bu yüzden burjuva kesiminin oluşumu gerçekleşmedi. Oysa, Avrupa’da burjuva kesimi oluşmuştu. Burjuva kesiminin avantajı şuydu. Elinde çokça servet biriken biri, bu servetini başka konularda kullanabilmekteydi. Nitekim deniz aşırı gemi yolculukları bu sayede gerçekleşti. Hatta icat yapan hemen her mucit, servet sahibi birinden yararlanmak durumundaydı. Bu durum gelişmenin daha hızlı olmasını sağlamıştır. Böylelikle Avrupalı, Amerikalıdan üç yüz yıl ilerde olabilmiştir.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Nevali_%C3%87ori

Göbekli tepeyle daha detaylı bilgi almak için tıklayın.

http://www.seyfullahdemir.com/vahiy-ve-sezgiyle-olusan-bir-medeniyet/

Göbeklitepeyi anlatan güzel bir video…

Seyfullah Demir