Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

Zecharia Sitchin, Sümer tabletlerine yeni bir yorum getirdi ve daha önce Eric Von Daniken’in savunduğu düşünceleri, biraz daha geliştirdi. Her iki yazar da insanlığı, uzaydan gelenlerin oluşturduğunu iddia ederek dünya literatürüne, yeni bir bakış açısı getirdi. Bu durum o kadar ileri götürülmüş ki! uzayda Nibiru diye bir gezegen bekler olduk. Sanki dünyada gizli bir konsensüs oluşmuş ve uzaylıları bilinç altımıza yerleştirme kararı alınmış gibi.

Böyle bir düşüncenin oluşmasının çok belirgin bir gerekçesi var. Hem bilim hem de dinler, insanın oluşumunu açıklamakta yetersiz kaldıkları için, çözüm aramak adına yapılmaktadır. İnsanların nasıl veya kim tarafından yaratıldıklarını bilme merakları, bu tür arayışların sona ermesini engeller. Elbette kişisel olarak bazıları mevcut açıklamaları yeterli görmektedir ama ortak bir kabul oluşmamıştır. Açıklamalar yöre ve inançlara göre değişiklik gösterir.

Ben, öncelikle Zecharia Sitchin’in iddialarıyla başlamak istiyorum. Onun iddiası şuydu: “Güneş sisteminde 12 gezegen var ve bu gezegenlerden biri Nibirudur. Güneş çevresinde 3600 yılda bir dönmektedir. O gezegende gelişmiş bir medeniyet var ve gezegenlerinin atmosferi bozulmaktadır. Atmosferi düzeltebilmek için altın gerekmektedir ama kendi gezegenlerinde altın tükenmiştir. Onun için dünyamıza gelmişlerdir. Altın çıkaran Anunakiler yorulmuşlar ve kendi yerlerine çalışmak için, insanı yaratmışlardır. Böylece dünyada insan denen canlı oluşmuş oldu.”

Yani, bir uzaylının çalıştırmak için oluşturduğu köleden başkası değiliz. Elbette bu sonucu Sümer tabletlerine dayandırdığı için ciddiye alınmış. Biz de bu iddiaları gerçek Sümer çevirileriyle karşılaştırıp inceleyelim. Bunun için İngilizce bilen herkesin yararlanacağı bir Sümerce sözlük var. Adresini verdiğim linke giderseniz orada kelime aratabilirsiniz. Oxford üniversitesinin hazırladığı bu sözlükten, önemli olan sözcükleri araştırıp, tablet içinde ne anlamda kullanıldığına bakalım.

Anunaki: Zecharia Sitchin’e göre, Nibiru’dan gelen uzaylılar.

Sözlüğe göre Sümer’cede böyle bir kelime yok. A-nun-na olarak arattığımızda tüm Sümer külliyatında 182 yerde geçtiğini görebiliyoruz. Fakat Anunnaki olarak hiçbir yerde geçmiyor. Sümerce tıpkı Türkçe gibi kelime ardına ek alarak türeyen bir dil. Onun için a-nun-ke-ne, a-nun-ke-ne-ke gibi kullanımları da mevcut. A-nun-na kelimesinin anlamı ardıllar, çocuklar, sonra gelen soy anlamındadır. A-nun-na kelimesine -ki ekini Akadları eklemiştir. Böylece kelime Anunaki olmuştur. Çünkü Akadlar Sümerleri taklit ederken pek çok Sümerce kelimeyi değiştirerek kendi literatürlerine almışlardır. Meselâ; Enlil Ea, İnanna İştar gibi. Fakat Anunaki, Akadcada da yine aynı anlamda kullanıldı. Anlam değişikliğine uğramadı. Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için videoyu izlemenizi öneririm.

Aynı videoda altın hakkında da bir açıklama var. Göreceksiniz ki Sümer’de altın süs eşyası olarak kullanılan bir madendir. Tanrıların özellikle istediği bir şey değil. Hele ki atmosfer temizlemek gibi bir anlatım hiç yoktur.

Peki, bu adamın anlatımlarında hiç mi doğru bir taraf yok? Yok gibi. En doğru şey insan yaratılmasıdır. O hikâyeyi Ebru Uncu’nun “Eski Mezopotamya’da ve Yunan Dünyasında Din ve Tanrılar” adlı yüksek lisans tezinden okuyalım.

İnsanın yaratılışı konusunda ise, bize iki Sümer şiiri bilgi vermektedir. Bunlardan ilki Enki-Ninmah adı verilen şiirdir. Şiir, tanrıların ekmeklerini temin etmekte çektikleri güçlükleri betimleyerek başlar. Tanrılar yakınırken, Sümerlerin Bilgelik Tanrısı Enki onlara yardım edeceği yerde uyumaktadır. Bunun üzerine annesi Nammu, Enki’ye tanrılar için hizmetkârlar yaratmasını emretmiştir. Böylece Enki bir yaratık yaratmış ve insanın yaratılışı onuruna bir ziyafet düzenlemiştir. Bu ziyafette Enki ve Doğum Tanrıçası Ninmah çok şarap içerek sarhoş olmuşlardır. Ninmah denizin dibinden kil alıp, altı değişik tipte bireyler şekillendirmiştir. Bu altı yaratıktan biri kısır kadın, diğeri ise erkeklik ve kadınlığı belli olmayan insan tipidir. Tabletler kırık olduğu için diğer dördü hakkındaki bilgiler okunamamıştır. Mitos, Enki’nin daha başka bir canlı yaratmasıyla devam eder. Tanrı, akılca ve vücutça çelimsiz bir insan yaratmıştır ve Ninmah’tan bu acınacak yaratık için bir şeyler yapmasını istemiştir. Ancak Ninmah hiçbir şey yapamamıştır ve böyle bir varlık yarattığı için Enki’yi lanetlemiştir.

İnsanın yaratılışı inancı açısından önemli olan ikinci şiir, “Sığır ve Tahıl” olarak adlandırılan mittir. Mitin başkahramanları Sığır Tanrısı Lahar ve Tahıl Tanrıçası Ašnan’dır. Mite göre, bu ikisi gök tanrısı An’ın çocukları olan Anunnakiler’in yiyecek yemeği ve giyecek giysileri olmaları için tanrıların yaratma odasında yaratılmışlardır. Şiirin giriş bölümünde şu dizeler mevcuttur: 

“O günlerde, tanrıların yaratma odasında,

Dulkug evlerinde, Lahar ve Aşnan biçimlendi.

Lahar ve Aşnan’ın ürünlerini,

Dulkug’un Anunnaları yiyor, ama doymuyorlardı;

Has ağıllarındaki sütü, … ve iyi şeyleri,

Dulkug’un Anunnalar içiyor, ama kanmıyorlardı,

Has ağıllarındaki iyi şeylerin hatırına,

İnsana soluk verildi”.

Girişi izleyen pasajda, Lahar ve Ašnan’ın gökyüzünden yeryüzüne inişleri ve kültürel nimetleri insanlara nasıl bağışladıkları anlatılmaktadır. Ancak, daha sonraları Lahar ve Ašnan öyle çok şarap içerler ki çiftliklerde ve tarlalarda tartışmaya başlarlar. Uzun tartışmalarda her tanrı kendi başarılarıyla övünürken diğerini küçültme gayreti içerisine girmiştir. Bunun sonunda Enlil ile Enki araya girerek, tartışmanın galibinin Ašnan olduğunu bildirmişlerdir. http://acikerisim.pau.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11499/2781/Ebru%20Uncu.pdf?sequence=1&isAllowed=y-Ebru%20Uncu

Şekil 1 VA 243 Tableti

Sümer Şiirinde de görüldüğü gibi tanrıların doymamaları yüzünden, insana soluk verilmiş. Sanırım Zecharia Sitchin, bu şiirdeki hikâyeyi kendi düşüncesine uyarlamıştır.

Şekil 2 İnanna ve Enki sizce uzaylı mı?

Gelelim Zecharia Sitchin’in 12 gezegen ile 3600 yıllık gezegen devirlerine. Her iki konuda da Sümer kayıtlarında hiçbir şey yok. Bugüne kadar tercümesi yapılmış dünyadaki Sümer veya Mezopotamya tabletlerinin tamamında, Sümerler’in (veya daha sonra Mezopotamya sakinlerinin) beşten fazla gezegenin varlığını bildiklerini gösteren tek bir metin bile bulunmamaktadır. Zecharia Sitchin VA 243 numaralı tableti kendi düşüncelerini destekleyecek şekilde bir senaryo içinde değerlendirmiş ama tablet üzerindeki başka hiçbir şeyi dikkate almamıştır. Oysa tablet bir tanrıya sunu sunulmasını tasvir etmektedir. O yıldız ve gezegen diye tanımlanan şeyler ise tanrının yüceliğini belirten simgelerdir. Bu durum diğer başka tabletlerde de aynen bu anlamda kullanılmıştır. Tableti hazırlayan ya da hazırlatan kişi tabletin iki yanına gayesini açıklamıştır. Orada yazan şey “Dubsiga, Ili-illat hizmetinizdedir” gibi basit bir cümledir. Yani kısaca bu tablet Akadlı biri ya da iki kişinin tanrılara yaranmak için yaptırdığı bir silindir mühürdür ve uzayla ilgisi yoktur. O yuvarlaklar da Tanrının yüceliğini belirten işaretlerden başkası değildir. https://antikyalanlar.blogspot.com/2018/02/12-gezegen-efsanesi-va-243-muhrunun.html

Nibiru diye bir gezegen yoksa bu insanlar uzayın başka bir yerinden mi geldiler? Bu konuda Zecharia Sitchin yalnız değildi. Ondan çok daha önce Erich Von Daniken de benzer iddia ile geçmişte dünyayı uzaylıların ziyaret ettiğini iddia etmektedir. Ben Daniken’i daha tutarlı görüyorum. Çünkü o çevirilerde kasıt yapmamıştır. Fakat onun da pek çok yanlışı olmasına rağmen “dünya üzerinde var olan pek çok eserin dünyalılar tarafından yapılamayacağı” tezine sığınmaktadır. Bu konuda bende onunla aynı düşünmekteyim. Benim ondan farklı düşündüğüm şey, bu işi ille uzaylılara bağlama uğraşısıdır. Uzaylı yerine yüksek teknolojiye ulaşmış bir kültür demeyi daha doğru görüyorum. Çünkü uzaydan dünyamıza gelinemeyeceği bilimsel bir gerçektir. Bizler maddeye bağlı, maddesel varlıklarız. Uzaylılar da maddesel varlıklarsa, ışık hızı gibi bir engel herkesi kısıtlar. En yakın yıldızdan bile ışık hızında gelecek bir gemi 4 yıl yolculuk yapmak zorundadır. Maddeyi madde olmaktan çıkarmadığımız sürece ışık hızı bizim için kesin bir engeldir. Atomaltı parçacıklar bile bu kurala uymak zorundadır. Bir proton ya da elektronu hızlandırıcılarda hızlandırarak ışık hızının %999 gibi bir oranına çıkarabilmekteyiz. Asla ışık hızına çıkaramamaktayız.

Birilerinin “milyonlarca yıllık medeniyet bu sorunu çözmüş olabilir” düşüncesi ancak bir tahmindir ve şimdilik doğru olmadığını zaten görüyoruz. Eğer doğru olsaydı bugüne kadar, uzaydan birileri gelip bizimle görsel veya işitsel iletişim kurardı. Hemen birileri “ruhsal bağlantılarla bu iletişim kurulmuş” diyebilir ama onlar asla ispat edilemeyecek ve sadece o kişinin gördüğü ya da inandığı bir fenomen olmaktan öteye gitmiyor. “İnsanlığın kaderine etki etmemek için size gözükmüyoruz” deyip, ciltlerle kitaplar yazdırmaları paradoksunu es geçerek, “neden etkisiz ve yetkisiz insanlarla iletişime geçip, felaket tellallığı yaptıkları” sorusunu soruyorum. Asla söyledikleri çıkmıyor. Hemen her konuda ve zamanda insanlığı uyarmak işini yapmaktadırlar. Asla çıkmayan kehanetlerini hiç bırakmıyorlar. Bu kadar yalan söyledikten sonra, hâlâ daha onların uzaylı olduğuna inanan çıkması da ayrı bir garabettir.

Bir uçan daire, İstanbul’un ortasına inip “biz geldik” demediği sürece, bu tür verileri ciddiye almayacağım. Tavsiyem sizde almayın. Bakın o zaman bu tür sazan avlayanlar nasıl azalacaktır. Onlara pirim verenler çıktığı sürece tükenmezler. Bunun en güzel örneği; Sümerler bulunmadan önce bu tür uzaylı bağlantılarının hemen hepsi Mısır tanrıları isimlerini taşıyordu. O dönemler ne Enlil, ne de Mar duk ortalıkta yoktu. Kendini Mısır tanrılarından biri olan Ra diye tanıtan biri dört kitaplık bir seri yazdırdı. Orada da pek çok kehanet var ama yazdırıldıkları 1990’lardan beri gerçekleşen bir şey görmedik. Sümer ve ardılları yazıları çözülünce ortalığı yeni tanrıların isimlerini taşıyan celseler doldurdu.

Bu arada uzayda hayat yoktur gibi bir düşünceyi savunduğumu sanmayın. Ben uzayda bizim düzeyimizde, gelişmiş hayatlar olduğunu tahmin ediyorum. Sadece bizim gezegenimizde canlı oluştu düşüncesi saçma bir düşüncedir. Fakat bildiğimiz süre içerisinde ziyaret edilmediğimiz de kesindir. Tarih öncesi dönemlerde ziyaret edilmiş olmamızı da kabul etmiyorum. Zira o zaman bizleri ziyaret edebilenler, bugün de ziyaret edebilirlerdi. Aslında mutlaka ziyaret etmeleri de gerekiyordu. Madem bir gezegene bilinç tohumları ektiniz, neden gidişatını gözlemlemiyorsunuz? Elbette tüm zamanlarını dünyada geçiremeyecekleri kesindir. Fakat mutlaka onların varlığına dair su götürmez deliller bırakırlardı. Zira onların gizlenmesini gerektirecek bir durum yoktur. Aksine bize varlıklarını ispatlayıp, birbirimizi boğazlamamızı engellemeleri gerekmez mi?

 Dünyayı, Amerika gibi bir despotun ellerine bırakmaları, insanlığın neresine sığar. Sadece görünmeleri bile dünyadaki bu sonu gelmez çıkar çatışmalarının sonunu getirmeye yetecekken, bunu bizden esirgiyor olmaları; olmadıklarının delilidir. Yoksa, o kadar mesafeleri aşabilen bir medeniyet dünyadaki bu acımasız sömürü sistemine müdahale etmiyor oluşu kabul edilebilir değildir. Zira, kendi oluşturdukları bu sistemin, bu kadar adaletsiz bir hale gelmesi, onların vicdanını hiç sızlatmıyor olamaz. Eğer o kadar gelişmişlerse kendilerini yok etmekten kurtarmış, barış ve birlik içinde olmayı başarmış bir medeniyet olmaları gerekir. O zaman bize de o gelişmişliğin nimetlerinden sunmaları gerekmez mi?

Uzaylı konusu çok bildiğimiz bir şey olmadığı için tam doğru bir yorum yapmak pek mümkün değil. Ben, bize görünmedikleri için olmadıklarını hatta geçmişte de olmadıklarını kabul edip ona göre düşüneceğim. Zaten geçmişte açıklayamayacağımız olayları ille uzaylılara bağlamak da gerekmiyor. Başka çözümler de var.

Bizler yaşam olarak ancak dünyadaki yaşamı biliyor ve ona göre yorum yapabiliyoruz. Geçmişte dünyayı ziyaret ettiğini iddia edenlerin gözden kaçırdıkları önemli bir mevzu var. Bizler, hem gezegen büyüklüğü hem atmosfer gazları miktarı olarak çok kısıtlı bir aralıkta yaşayabilmekteyiz.

Diyelim ki! dünyadan küçük bir gezegene gittik. Meselâ; ayı ele alalım. Ayda atmosfer olduğunu ve atmosferin bize uyumlu olduğunu kabul edelim. O zaman oraya giden dünyalılar, koruyucu elbiselerini çıkarabilirler. Fakat bu sefer de oradaki kütle çekim az olduğu için yüzeydeki basınç çok az olacaktır. Bu durumda insanların iç kan basınçları yüzünden dış kanamalar gözükür. Tıpkı Himalaya dağlarına tırmananların basınç azlığından burun kanaması yaşaması gibi. Himalaya dağının bu durumu molalı tırmanma sayesinde nispeten azaltılır ama ay ile dünya arasında büyük fark olduğu için, koruyucu elbise olmadan orada yaşanamaz.

Büyük kütleli bir gezegende ise, tersi bir durum olur ve denize dalanların yaşadığı vurgun benzeri bir olay yaşanır. Fark büyük olduğunda insan vücudu bu farkı kaldıramaz ve derin deniz dalgıcı elbisesine benzer elbise giyilir. Zaten uzayda benzer elbiseler giyilmektedir. Bizler genellikle yüksek basınçlı bir yere gitmediğimiz için, düşük basıncı karşılayacak uzay elbisesi yapmaktayız. Yüksek basıncı karşılayacak elbise derin deniz dalgıçlarının elbisesidir.

Peki, antik medeniyetlerdeki tanrıların astronot elbisesi var mıydı?

Sümer, Mısır, Aztek vb. antik medeniyetlerdeki tanrı figürlerine baktığımızda, böyle bir durumla karşılaşmıyoruz. VA 243 tabletinde görülen figürlerden oturan tanrı, ayakta olanlar ise insan figürüdür. Sizce aralarında fark var mı? Hiçbir antik medeniyette bir fark gözükmez. Epey az hayali figürler var. Ve o az figürlere bakarak “uzaylılar dünyayı ziyaret etti” denmesi antik insanlara hakarettir. Zira; Sümerler, Mısırlılar gördüklerini çizmişler. Tanrıları dünyamızda insanların içinde yaşayabilecek durumdaysa, onların uzaylı olmadığını düşünmemizi gerektirecek, çok ciddi gerekçemiz var demektir. Yoksa peşinen dünya büyüklüğünde ve dünyanın her şartına benzer bir gezegenden gelindiğini kabul etmek lazım ki! bu pek olası olamaz. Uzaydan gelen bu uzaylılar tüm dünya antik medeniyetleriyle uğraşmış ve epey süre dünyada kalmışlar demektir. Bunun doğru olması akla yakın değildir. Bu insanlar işlerini güçlerini bırakıp hemen her dönem dünya insanlarıyla uğraşıp durmuşlar. Sümer ve Mısır ile uğraşmaları yanında, Yunanlılarla, Romalılarla, Amerika kıtasında Maya, Aztek ve İnkalarla uğraşmışlar. Hatta sadece onlarla değil Dogon gibi küçük kabileleri bile ziyaret etmişler. Tevrat’a göre uzun süre Musa ve ardıllarıyla iletişim içinde olmuşlar. O insanlar var diye düşünürsek, dünya gibi her şeyi onlara düşman bir gezegende, uzun yıllar kalmaları gerekecektir. O zaman çok daha ciddi verilerin elimizde olması gerekirdi.

Şekil 3 Eric Von Daniken’e göre uzay elbisesi, oysa dalgıç elbisesine daha çok benziyor.

Uzaylı delili olarak sunulan birkaç resim inceleyelim.

Erich Von Daniken, Büyük Sahra çölünün Tashili bölgesinde bulunan Şekil 3’deki figürü, uzaylı elbisesi olarak sunmuştur. Buzul döneminde Büyük sahranın yemyeşil çayır ve ormanlarla kaplı olduğunu ve büyük göllerin olduğunu biliyoruz. Bu konuda bilgisi olmayanlar, Sahra bir zamanlar yeşildi adlı makaleyi okuyabilirler. Buzul dönemi, bitince yağışlı iklim, kuzeye çekilerek Avrupa kıtasını cennete, Sahrayı cehenneme çevirdi. Bu resimde o zamanlarda orada yaşayan ve yüksek teknolojiye ulaşmış türlerden kalmış olmalı. Zira aynı resmin yakınlarında, olimpiyatların yapıldığını ima eden çok sayıda çizim var. Daha fazla bilgiyi Tarih öncesi resimlerinin gizemi 2 adlı makaleden okuyabilirsiniz. Ben bu figürün derin deniz dalgıcı elbisesi olduğunu düşünüyorum. Zira; astronot elbisesine hiç benzemiyor.

Şekil 4 Başka bir gezegene giden tüple kendi havasını taşımak zorundadır.

Bu şekillerde de uzaylıları gösterdiği düşünülen figürler var. Oysa, gerçekten hava sorunu yüzünden o kafalıkları takıyorlarsa, arkalarında tıpkı astronotlardaki gibi, kendi atmosferini taklit edecek bir tüp olmalıdır. Heykeli yapan her detayı koymuş da onu unutmuş olamaz. Bu figürler başka türlü de açıklanabilir. Günümüzde suyun altına dalan biri ya da pilotlar bu tür elbiseler giymektedir. Bilhassa büyük gözler, jet uçaklarındaki pilotların kaskından esinlenmiş gibi.

Şekil 5 geçmişte uçan araç figürleri.

Kimileri de şekil 5’dekileri uzaylılara bağlamaktadır. Bunu söyleyenler “o dönemlerde teknoloji o kadar gelişmediği için bu araçlar dünyada yapılamazdı” savına dayanıyor. Oysa şekildekilerin hiçbiri uzaylı teknolojisi değil. Tamamen havanın kaldırma kuvvetine dayalı bir teknolojiyle çalışan araçlar. Bu teknoloji uzaylı teknolojisi olamaz. Tamamen fosil yakıt kullanan bir türün kullanabileceği araçlar. Bu durum benzinli bir motor yapabilen birilerinin ısrarla buharlı motor yapmasına benzer. O insanlar onca uzaklıkları aşıp dünyaya gelebilecek teknolojiye sahip ama kalkıp bir helikopter yapıyor.

Bu durum benim söylemimi doğrulayan bir durumdur. Benim görüşüm “dünyada yüksek teknolojiye ulaşmış bir tür vardı ve bu araçları onlar yapıp kullanıyordu” şeklindedir. Yüksek teknoloji derken bu günkü teknolojimizden biraz daha ilerde bir teknolojiden bahsediyorum. O zaman bu araçlar mantıklı olur. Onları kullananlara, insanlar tanrı diyordu ve yazılanlarla gayet uyum içinde olmuş olurlar. Sümer tabletlerindeki bir hikâyeye göre İnanna Enki’yi sarhoş edip Me’leri alıp kaçmış. Enki ayılıp durumu anladığında İnanna çoktan gök sandalına binip gitmişti. Enki, Isimud’a “koş ve İnanna’yı yakala” dedi. Isimud’u, Abzu’suyla yedi duraktan birincisine gönderdi. Hikâye sürüp gider ama bizim anlamamız gereken bir yerden bir yere gitmek için gök sandalı duraklara uğramak zorundadır. Yoksa İnanna o kadar önemli yükünü hiçbir yere uğramadan götürmek isterdi. Fakat duraklardan birinde yakalanır. Demek ki! araçlar bir yerlere uğrayıp enerji ikmali yapmak zorundadır.

Bu hikâyeden anladığım gök sandalı, pille çalışan bir araçtır. Olay Mezopotamya’da geçiyor olmasına rağmen İnanna, ya Baalbek’e ya da Kamboçya’daki Ankor şehrine kaçması gerekirdi. Çünkü Tanrıların yaşadığı şehirler onlardı. Uğraması gereken yedi durak olması, onun Kamboçya’ya gittiğini gösterir. Uçan araçlar, elektrikle çalışırsa menzilleri kısa oluyor. Günümüzde pille çalışan bir araç, ancak 15 dakika havada durabiliyor. Basra körfezi ile Kamboçya arasında 6.500 km’lik bir menzil var. Bu demektir ki araç yakıt takviyesi yapmadan 900 km gidebilmektedir. Demek ki onların teknolojisi bizden biraz daha ilerde olmalı. Yakıt istasyonuna uğrayıp pillerini değiştirmek zorunda olmalılar.

Gördüğünüz gibi, tanrıların öyle yüksek teknolojileri yok. En inanılmaz özellikleri uzun ömürleri. Onun haricinde günümüz insanı ile, Sümer tanrıları arasında bir fark yok. Eğer, eskilerin yazdıklarından mitolojiyi çıkarabilirsek, günümüzdeki bir olay olarak görebiliriz. Bu da o hikayelerin uzaylılarla bir ilişkisinin olmadığını gösterir. Güzel bir örnek Tevrat’tır. Yahwe’yi günümüz teknolojisiyle ve insan davranışıyla kıyaslayıp okursanız, hiç de garip bir durum olmadığını görebilirsiniz. Yani bir tanrı yerine, egosu olan bir tiple karşılaşırsınız. Dediğim gibi, tek üstün tarafı uzun ömürleridir.

Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum ama, Mahabbarata destanına değinmezsek haksızlık etmiş oluruz. Krishna’nın, Salva’nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silâhlara ait, ses ve etki tasvirleri, aynen günümüz modern silâhlarına benzemektedir.

“Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütunları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. Gökte büyük gürültüler oldu.” 

Ve sonra Saubha´nın görünmez olduğu anlatılır. Sanki Krisnha; hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri “Danavalar” acı çığlıklar atarak yerlere düşerler. 

Onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için karşı saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha “özel ateş silahı”nı kullanır. 

Bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk, Saubha´yı ikiye böler. Uçan “kent” gökten yere düşer ve Salva ölür. 

Kısaca netten aldığım bu çeviriler, hiç de uzaylı teknolojisi değildir. Günümüzde bu tür savaşlar olması mümkündür. Belki “uçan kent” tanımı olabilecek büyüklükte uçan araçlarımız yok ama onlar bizden biraz daha ilerde olmalıdır.

Seyfullah Demir