Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

İnsanoğlu olarak bilgi konusunda çok geriyiz. Bu sözümün gerçek anlamını, kaç kişi algılayabilir bilmiyorum ama gerçekten bilgi konusunda çok çok geriyiz. Şöyle örnek vermeye çalışayım. Anne karnındaki bir ceninin evren hakkında bilgisi ne kadarsa, bizim de gerçek hakkındaki bilgimiz o kadardır. Hemen hepiniz, çok abarttığımı düşünüyorsunuzdur ama inanın hiç abartmıyorum. Hepiniz fizik, kimya, biyoloji, astronomi, tıp, ekonomi, sosyoloji, matematik, din vb konusunda epey şeyler öğrendiğimizi düşünebilirsiniz ama inanın o bilgilerin tümü sanal. Yani gerçek bilgiye giden yolda, birer mihenk taşıdır. Hiçbiri gerçek değil. Bunlar sadece gerçek bilgiyi anlamada bize yardımcı olacak şeylerdir. Neyi anlatmaya çalıştığım, tam olarak gerçek bilgiye vakıf olduğumuzda anlaşılacaktır.

Haliyle insan, gerçek bilgiye ulaşmaktan çok uzak olduğu için kendisine en yakın düşünceleri gerçek diye alıp inanma eğilimindedir. Bilim, emin adımlarla ilerlemesine rağmen gün geçtikçe yeni şeylerin çıkması kesin bilgiye ulaşılamadığını gösteriyor. Oysa insanlık ucu açık bir şeyler yerine doğruluğundan şüphe edilmeyen bir şeylere inanmaya meyilli. Bu düşüncesini dinlerle karşılama derdinde. Aslında din demek yerine inanç demek daha doğru. Çünkü din deyince, ateistler itiraz edecektir ama, onların inançları da tanrısız bir inanç sisteminden başkası değildir.

Dinler ayrı olsa da tinsel olana ihtiyaç, evrenseldir. Tanrı inancı, tıpkı dil gibi tüm kültürlerde mevcut. Şöyle düşünün; Papa onaltıncı Benedikt, Temmuz 2008’deki Dünya Gençlik Gününde, 170 ülkeden 200.000’den fazla hacının katıldığı bir ayin gerçekleştirdi. İnananlar, Orta çağdan kalmış izlenimi veren bir etkinliğe imza attı. Yani o insanlar, yirmibirinci yüzyılda Papanın, Tanrının dünyadaki temsilcisi olduğuna inanarak ayine katıldı. İnsan, bu çağda böyle bir şey olmaz sanıyor ama, kendilerini medeniyetin beşiği sayan insanlar, geri olduklarını düşündükleri diğer toplumlardan, pek de farklı değiller.

Peki, bu insanlar neden böyle şeylere itibar ediyor. Yanıt şu: Din ile maneviyat arasında önemli bir fark var. Din, dini tutumun toplumsal, geleneksel biçimi. Maneviyat ise, bireyin kendi ruhsal deneyimi. Fakat, kişinin ruhsal deneyimi, onun içinde bulunduğu toplumun inançlarına uymasını gerekli kılar. Elbette içinde bulunduğu toplumun inançlarına uymayan insanlar çıkabilir ama, istisnalar kaideyi bozmaz.

İnsan dine inanıyor, çünkü bunun ona sağladığı birkaç getiri var. Birey açısından bu getirilerden en önemli iki tanesi:

  • Kişinin içinde olan aidiyet duygusuna cevap vermesi. Bu daha çok dünyasal bir argüman.
  • İkincisi: kendini, kendinden aşkın bir varlığın metafizik çatısı altında hissetmesi. Tanrı. Ya da en yüce varlık. Veya varlık sebebi. Ya da sonsuz öz. Biricik ruh. Boşluk. Nirvana. Mutlak bilinç. Prana. Aura. Bu aidiyetin bin bir adı ve şekli var. Düşünen insan yanıtlar almak istiyor. Dahası varlığının tanınmasını da. İster ürkütücü ister bağışlayıcı olsun, semavi bir varlığa güvenme tüm kültürlerde hararetle onaylanıyor.

Sosyoloji biliminin kurucularından Max Weber’in geçen yüzyılın başında söylediği gibi, ilerleyen bilimselleşme, akılcılaşma ve bürokratikleşme süreciyle birlikte “dünyanın büyüsünün bozulması” gerçekleşmedi. Yirmi birinci yüzyıl insanı, dinleri ortadan kaldırıp, dine ihtiyaç duymayan bir seviyeye gelmedi. Ateizm bu yola çıkışın göstergesi ama, aslında o da başka bir inanç sisteminden öteye gidememiş. Çünkü, insandaki maneviyata cevap vermediği için, herkesi kucaklamaktan çok uzak. Onun için pek çok kişi, Ateizm yerine deizm gibi inançlara yöneliyor.

İnsanoğlu rastlantıyı devre dışı bırakmak, kendini hissetmek, daha yüksek bilinç düzeyine ulaşmak, kendini aşmak, bütünle yekvücut olmak, görülmek ve güvenmek istediğinden inanıyorsa, inanç varoluşsal bir iradenin ifadesi. Ve böylece varlık bilincinin olmazsa olmazı.

İnsan, mitler yaratacak zihinsel yeteneğe sahip olduğu için inanıyor. Fakat insanın bu arzusunu bilen birileri bunu kullanarak insanlığa bir yön çizmiş. Bu isteği onu eğitebilmek için kullanmış. Bu açıdan bakıldığında dinlerin oluşturulmasının birçok sebebi var. Bunlar: Medeniyetlerin oluşturulabilmesi için… Bilincin hem EQ hem de IQ yönüyle geliştirilebilmesi için… İnsanın aidiyet duygusuna cevap verebilmek için… Bireysel olarak huzur ve sükûnet bulabilmek için. Sıra ile bunları inceleyelim.

  1. Medeniyetlerin oluşturulabilmesi için…

Göbekli Tepe’ye kadar tersini biliyor olmamıza rağmen, artık bugün biliyoruz ki insanlık yerleşik düzene geçmesi için, teşvik edilmesi gerekmişti. Pek çok bilim insanına göre, insanlığın yerleşik düzene geçmesi onun aleyhine olmuştur. Tarım devriminin iyi ve kötü yanları olmakla beraber, Jared Diamond’a göre bu köklü değişim insanlık tarihindeki en büyük hatasıydı. Yerleşik hayat; nişasta içeren beslenme biçimi, diş çürükleriyle birlikte ağız-diş hastalıklarının artmasına sebep oldu. Yoğun nüfuslu köy ve şehirlerde yaşamak, insanlık tarihinde ilk kez, bireylerin yiyeceklerini ve diğer sahip olduklarını toplulukla paylaşmadıkları özel yaşam alanları oluşmasını, beraberinde getirdi. Bu değişimler, insanların maddesel fayda ve zenginlik konusundaki tutumuna da yön verdi. Gücü simgeleyen öğeler bir hayli rağbet görür oldu. Nüfusun artmasıyla birlikte sosyal-ekonomik karışıklık ve eşitsizlik; bunun doğal bir sonucu olarak da, savaşlar arttı. Zenginlik ve sosyal durum eşitsizliklerinin, hiyerarşik toplumların yükselmesini pekiştirici bir etkisi oldu. Önce şeflikler

buy kamagra 100mg

, daha sonra da babadan oğula geçen yönetimler, hızla büyüyen insan yerleşimlerine hükmetti. Genişleyerek büyük şehirler kuran bu insan yerleşimleri, daha sonra da kral ya da kraliçelerin ordularıyla, bu uçsuz bucaksız toprakları söke söke almasıyla, imparatorluklara dönüştü. Antik dünyadan gelen ve sömürgeci mirası, halen bugün bizimle olan bu atadan kalma hegemonya, büyük medeniyetlerin de temelini oluşturdu. Binlerce yıl önce tarımın keşfedilmesinin getirdiği kötülükler hiç kuşku yok ki, iyiliklerden daha ağır basıyor. Hâlâ devam eden sistem medeniyetlerin kurulmasına sebep olmuş olsa da, kârı, zararını denkleştirmeyen bir yarar.

Bugün Afrika ve Amazonlarda olan bazı yerliler, çevrelerinde yerleşik düzene geçmiş insanlar olmalarına rağmen, yerleşik düzene geçmemişlerdir. Kendilerine sorulduğunda “Yerleşik düzene geçmek hem çalışmayı, hem de kısıtlı yiyecek kaynaklarına erişimi sağlar. Oysa orman her zaman yiyecek sunar” diye cevap vermektedirler.

Yani insanlar, kendi istek ve arzularıyla yerleşik düzene geçmeye gönüllü olamazdı. Bunu yapmak için teşvik edilmeliydiler. İşte, Göbekli Tepe’de oluşturulan sistem sayesinde, insanlar tapınma yerinin çok uzağına gidemeyip, çevrede avcı toplayıcılık yapmaya başlamış olmalı. Oysa yakın çevre, çok fazla insanı bakamayacağından, kendi ürünlerini yetiştirmek için teşvik edilmişlerdir. Mecburen bir yere yerleşmek zorunda kalıp, onlara öğretildiği gibi, tarım yapmaya başlamışlardır. Bunu Göbekli Tepe sonrası oluşan yerleşim yerlerinden anlayabiliyoruz. Bugün baraj suları altında kalan Nevali Çori, bu tür bir yerleşim yeridir. Organize edenler onların kendi köylerine de bir tapınma yeri yapmalarını sağlayıp, tıpkı bu günkü camilerdeki din adamları gibi, sürekli onlara dini hatırlatmalarını sağlayacak, dini unsurları oluşturmalarına vesile olmuşlardır. Göbekli Tepe de, tıpkı hac ziyareti gibi, senenin belli bir zamanında yapılan ibadete karşılık gelmiş olmalıdır.

Bu sistemde din adamının yeri, çok önemlidir. Her şey onlar üzerinden organize edilebilme imkanına sahiptir. Bir inancın organizesi için, din adamları kullanılır. Tıpkı Pavlos’un Hristiyanlığı kendi gördüğü vizyonlar sayesinde oluşturması gibi. Elbette tüm din adamları öyle kullanılmaz ama dinin unutulması, bir köşeye atılması ya da ihmal edilmesi onlar sayesinde engellenir. Demokles’in kılıcı gibi, insanların üzerinde sürekli bir din baskısı oluşturulur.

Dinlerin insanlığı yerleşik düzene geçirmesi; önce Çatalhöyük, sonra Sümer, Mısır gibi medeniyetlerin türemesine yol açmıştır. Toplu yaşamlarda ihtiyaçların artması ve onlara çözüm bulma uğraşısı, medeniyetin gelişmesine katkı sunar. Toplu yaşam, elde edilen bir becerinin sonraki nesillere aktarılmasını sağlar. Özellikle elde edilen becerilerin kaybolmaması, medeniyetlerin oluşumuna önemli katkısı vardır. Örneğin sepet yapmayı öğrenen birinin bu bilgi sayesinde daha kolay bir yaşam sürmesi kaçınılmazdır.  Çünkü sepet herkese lazım olan önemli bir taşıma aracıdır. Herkesin kendi sepetini yapması söz konusu olamayacağına göre, o kişiden almak zorunda kalacaklardır. Böylece teknoloji önemli olacak ve medeniyetin oluşmasını sağlayacaktır.

Göçebe bir insanın sepet yapma becerisi olsa bile, kabilesine gerektiği kadar sepet yaparak o işi meslek haline getirmeyecektir. Çünkü, onun sayesinde geçimini sağlayamaz. Böylece körelip gider. Oysa şehirde o kişinin çocukları hatta torunları o işten geçimlerini sağlayacaktır.

Dünyasal değerler açısından bakıldığında, dünyada medeniyetler olmasaydı bu kadar haksızlık olmayacaktı. Hatta dünya ok ve yay seviyesini geçmeyeceği için, dünyaya da zarar verilmemiş olacaktı. Yerleşik düzen, dünya ve insanlığın aleyhine olmuş olmasına rağmen, tekâmül açısından insanlığın müthiş yararınadır. Bu sayede çok çeşitli yaşam alanı oluştuğu için, sürekli farklı deneyim yaşanmasına sebep olmuştur. Savaşlar, insanların bilim ve teknoloji üretmesine vesile olmuştur Böylece tekâmül çok daha az zamanda, çok daha fazla ilerleme sağlayabilmiştir.

Medeniyetin maddeye dönüşebilmesi için bile, din kullanılmıştır. En basitinden Pisagor’un matematiği öğrendiği Mısırlı ve Babilli din adamları, o matematiği tıpkı Kuran’ı ezberleyen bir hafız gibi düşünüyordu.  Nasıl ki bir hafız ne dediğini bilmeden ezbere Kuran’ı okuyorsa, o din adamlarının çoğunluğu da ne anlama geldiğini bilmedikleri o formülleri ezberleme eğilimindeydiler. Matematiğin ayrı bir bilim dalı olmasını sağlayan Pisagor bile, matematik dini diye bir din kurmuştu. Matematiğin dinden ayrılarak ayrı bir bilim dalı olması, Pisagor’dan çok sonraları ancak olabilmiştir.

  • Bilincin hem EQ hem de IQ yönüyle geliştirebilmesi için…

Öncelikle tüm izmlerin bir din, daha doğrusu inanç sistemi olduğunu söylemiştik. Yani Ateizm ile Müslümanlık arasında bir ayrım yoktur. Her ikisi de inanç sistemidir. Onun için, yaptığım yorum hepsini kapsar.

Tekâmül sistemi ise kişilerin bireysel olarak edindikleri deneyim üzerinden çalışır. Tekâmül etmek ile bilinç geliştirmek aynı şeydir. İşte inançlar kişilerin hangi doğrultuda deneyim yaşayacağı ve gelişeceğini belirler. Maneviyat yönüyle yaşayan biri daha çok EQ, maddi yönüyle yaşayıp, deneyim yaşayan kişi de IQ bilinç tekamülü yaşar. Yani dinler ya da inançlar kişilerin, bilinçlerinin yönünü belirler.

Bu minvalde dinlerin maddeden maneviyata dizilimi şöyle olmalı. Ateizm, Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm, Konfüçyüzm ve Budizm. Elbette bunlardan başka pek çok inanç sistemi daha var ama hepsi bu aralıklarda bir yere oturur.

Kişinin bu inançlardan birinde olması onun tercihinden çok, ruhsal yapısından gelir. Ruhlar bedenlenirken, enerjisinin ne kadarıyla bedenlendiği, onun bu inançlardan hangisinde olacağını belirler. Şöyle örneklemeye çalışayım. Oranlar tahminidir. Bir kişi ruhsal enerjisinin %95’i ile bedenlenirse o kişi ateist olacaktır. Ya da ruhsal enerjisinin %50siyle bedenlenirse Budist olur. Her insan bu inançların arasında bir konumdadır.

Birinin ruhsal gücünün %95’i ile bedenlenmesi, onu ateist yapar dedik. Bunun nedeni: o kişinin öte tarafta pek ruhsal gücü kalmamıştır. Onun için hayatında onu ruhsal yöne inandıracak, hiçbir fenomen yaşamaz. O her olayı maddi yön ile görür ve açıklar. Zaten dünya, her olayı, hem maddi hem de manevi bakış açısıyla açıklayacak şekilde, dizayn edilmiştir. Onun için hangi inanç kendisi için delil ararsa bulacaktır. Ateist, her zaman maddi yönü ele alacak ve manevi yönün olmadığına inanacaktır. Zaten bilim de bu tür insanların oluşturdukları, bir inanç sistemidir.

Oysa ruhsal gücünün %50’si ile bedenlenen kişi, hayatı boyunca pek çok fenomen yaşar. O kişi ruhun varlığını bilir. Başkasına ispat edemez ama, kendisi için asla bir tereddüt yoktur.

Dünya sisteminde başarılı olan maddi yön, diğer yönü baskılar ve dünya yavaş yavaş maddiyata doğru kayar. Bugün Japonya’nın, Çin’in veya Hindistan’ın maddi yöne yönelmesi, madde yönün başarısı yüzündendir. İşte dinlerde adı geçen “Deccâl” bu sistemin adıdır. Kısaca Materyalizm Deccâlin kendisidir. Deccâl ile iş birliği yapan her devlet onun nimetlerinden yararlanmakta, uzak duranlar geri kalmışlığı yaşamaya devam etmektedir. Bu konuyu, daha detaylı olarak Deccâl şu anda içinde yaşadığımız dünya düzenidir adlı makaleden okuyabilirsiniz.

Bunun böyle olmasının sebebi, insanların çoğunluğunun IQ geliştirmesi gerektiği içindir. Maddi inanç sistemi içinde yaşayanlar daha çok maddi olaylar yaşar ve deneyim birikimleri o yönde olur. Böylece daha çok IQ geliştirmiş olurlar.

Yukardaki inanç listesine bakarsanız, maddiyata en çok katkı sağlayan ilk üç inanç, aynı zamanda, bilim insanlarının hemen hepsini de kapsadığını görürsünüz. Bugün maddi bilime katkı sağlayan en kalabalık bilim insanlarının sayısı, çoktan aza doğru bu listeyi aynen takip eder. Yanlış anlaşılmasın; Hindistan’daki bir bilim insanı Hinduizm’e tabi olsa bile, ateist görüş çerçevesinde bilim yapar.  Tanrıya inansa bile, yokmuş gibi hareket eder.

  • İnsanın aidiyet duygusuna cevap verebilmesi

İnsanlar sosyal canlılardır. Onun için bir yere, bir şeye ait olmak isterler. Bu, aile ile başlar, akrabalar ile devam eder. Milliyet üst kimliği ile Din üst kimliği ana çatıyı oluşturur. Bu ikisi çoğu zaman birbiriyle çatışır. Kişinin yapısı hangisini daha önde tutacağını belirler. Fakat, son zamanlarda pek çok insan için ana çatı, “insanlık” konumuna çıkmıştır.

Aidiyet duygusu herkeste vardır ama ana çatının farklı olması sorunlar oluşturur. İnsanlığı, ana çatı olarak alan kişi için, din ya da devlet pek önem arz etmez. Onun için, bu tür insanlar, ulus devletler için sorun teşkil eder olmuştur.

Aidiyet duygusunu şöyle açıklamaya çalışmak, durumu daha kolay anlaşılır yapar. Eğer kişi içinde bulunduğu kuruma ait olduğunu hissederse, o kurumu sırtlayan kişi olur. Bu tür kişilerin çoğunlukla bireysel kazanç anlamında beklentileri düşüktür; onlar, ait oldukları kurumun veya toplumun başarısından beslenir ve gururlanırlar. Onun için genelde gözü pek askerler, o ırkın milliyetçilerinden çıkar.

Hitlerin başarısı da tam olarak buradan gelmektedir. Tüm Almanları Alman üst kimliğinde birleştirerek onların özveriyle çalışmalarını sağladı.

Hitler Alman üst kimliğini kullandı ama Haçlı seferlerini organize eden Papa, ya da ona karşı koyan Osmanlı da din üst kimliğini kullanmıştır. İngilizler bu durumu bildiklerinden Halifeliği kaldırarak İslam üst kimliğini darmadağın etmiştir.

Hitlerin savaş için yaptığı araştırmalar, dünyanın gidişatında önemli etkiye sahiptir. Maddiyatın dünyada ön plana çıkmasına yardım etmiştir.

  • Bireysel olarak huzur ve sükûnet bulabilmek için…

Öte dünyanın varlığına inanmayan birinin varlık arayışı sorunu olmaz. Çünkü o bir hayat yaşayıp yok olacaktır. Tüm katkısı bu hayatındaki kadardır ve ötesi yoktur. Oysa inananların varlık sorunu vardır. Neden dünyada olduklarını sorgularlar. Elbette her inanç kendi cevabını oluşturur ama bu sadece inanan için geçerlidir. Hatta pek çok inanan da o cevapla tatmin olmaz ve arayışa girer.

Her dindeki tarikatlar bu şekilde ortaya çıkmıştır. Arayışa çıkan kişi aidiyet duygusunun da etkisiyle kendini -aradığını bulduğunu sandığı- kişiye vakfeder. Ona tam inandığı için onun her sözü onun doğrularını oluşturur. Hatta başkalarını da bu guruba katmak ister. Çünkü onun için önemli olan gurubun başarısıdır. Fakat bu durum çoğu zaman yanlış yola sapılmasına sebep olur. Çünkü bu tür yerlerde doğruya ulaştıracak rehberler çok çok azdır. Aslında kendisini birinin rehberliğine bırakmayıp, kendi yolunu aramaya devam etmesi durumunda, çok daha iyi sonuç alacaktır ama, kasıtlı olarak “insana rehber lâzım”, gibi bir inanışın oluşturulması, bu işi körükler.

Yalnız burada bahsettiğim “doğru” sadece o kişiye ait doğrudur. Yani o kişinin ulaştığı doğru bir başkası için saçmalık olabilir ama, onun için kesin doğrudur. Böylece huzur bulur. Hayatı anlam kazanmış olur.

Seyfullah Demir