Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

Kuran’da hatalı çevirisi yapılan ayetler var ama bence mutabakat halinde hatalı çevrilen bazı yerler var. Bunlardan biri Müddesir 31 ayetinde, diğeri Enbiya 105 ayetindedir. 

Önce Müddesir 31 ayetine bakalım.  [stextbox id=”warning”]

Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık. Bunların sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık ki, kendilerine kitap verilenler kesin bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanı artsın. Kendilerine kitap verilenler ve müminler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler de: ‘Allah bu misal ile ne demek istedi?’ desinler. İşte böyle, Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir. Rabbinin ordularını ancak Rabbin bilir. Bu, insanlar için uyarıdan başka bir şey değildir.“[/stextbox]

Ayetin ilk cümlesi olan, Vemâ ce’alnâashâbe-nnâri illâ melâ-iketen cümlesini “Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık” şeklinde çevirerek bir hata yaparlar. Ayette “cehennem halkı” diye çevrilmesi gereken (اَصْحَابَ النَّارِ) ashâbe-nnâri ibaresi, cehennem bekçileri ya da görevlileri anlamına gelecek şekilde çevrilmiştir. Ashâbe-nnâri, kelime olarak Türkçede de kullanılmaktadır. Âshap=Sahipler, Dostlar, Arkadaşlar anlamı içerir. Nar= ateş, cehennem anlamındadır. Bu durumda ashabı nar ateş dostları, cehennem arkadaşları anlamı taşır. Ashab; peygamberin arkadaşları anlamında da kullanılır. Müddesir 31 ayetindeki anlamı cehennemde yanan halk için kullanılmaktadır. Oysa aşağıya aldığım 22 mealde de cehennem görevlileri anlamına gelecek şekilde meallendirmişlerdir. Ayet; “ateş halkından” değil de, “görevlilerden” bahsediyor gibi çevrildi. 

Aslında doğru çevirinin ne olduğunu anlamak için, yine Kuran referans alınarak sağlama yapılabilir. Ashâbe-nnâri kelimesinin kullanıldığı diğer ayetlerde, hangi anlamda kullanıldığına bakmamız gerekir. Nar kelimesinin cehennem olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yok. O zaman ashâbe kelimesini aramalıyız. Meallerini kullandığım o insanların; aynı kelimeye, diğer ayetlerde verdikleri anlamı inceledim. Hemen hepsi, aynı anlamı kullanmış. Ben, Elmalılının mealini örnek göstereceğim. İsteyen meallere bakabilir. Elmalılı; Nisa 47’de “cumartesi halkı”, Araf 44 ve 50’de cennet ve cehennem halkı, Kehf 9’da Ashabı kehf, Furkan 38’de Ad, Semud ve Ress halkı, Ankebud 29’da gemi halkı, Yasin 55’de cennet halkı, Yasin 13’de şehir halkı, Kalem 17’de bahçe sahipleri ve Müddesir 39’da sağın adamları anlamlarında kullanılmıştır. Tüm ayetlerde yaklaşık aynı anlam, yani o mekânın sakini, orada yaşayanlar, anlamına gelecek anlamlandırma yapılmış. Mekân değişse de, Ashâbe kelimesi değişmemiş. Mekanın değişmediği [tooltip layout=”box” text=”Eğer şaşacaksan, onların şu sözlerine şaşmak lazım: ‘Biz toprak olduğumuz zaman mı, biz mi yeniden yaratılacağız?’ İşte onlar, Rablerine karşı nankörlük edenlerdir. Ve Onlar, boyunlarında halkalar bulunan kimselerdir, onlar ‘ateş halkı’dır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.” effect=”1″]Râd 5[/tooltip] ayetinde ise, aynı kelime tüm mealciler tarafından doğru anlamıyla ‘cehennem halkı’ yada ‘cehennemlikler’ anlamında kullanılmış. Yani anlamın uymadığı yerlerde, anlam kaydırılmış.

Neden Müddesir 31’de anlamın değiştirildiğini anlayabiliyorum. Çünkü mevcut İslam inancında melekler, cennet ya da cehennemdeki görevlilerdir. Orada yaşayacak olanlar ise bizleriz. Yani zamanı geldiğinde cennet ya da cehennem halkı biz olacağız. Bu mantığa göre meleklerin cehennemde yanıyor olması mümkün değildir. Onun için kelimenin anlamını çevirip halk yerine görevli yapmışlardır.

Oysa, benim Kuran’dan anladığım şey tamda buydu. İnsan denen canlı, tekâmül ederek kademe kademe yükselir. Zamanı gelince melek olur. Ve ruh dediğimiz yapı, enerji kökenli olduğu için, enerji yapısında olan, cehennemde yaşar. Bu durum, cehennemin cin ve insanlarla doldurulmasına yemin edilmesiyle desteklenmektedir. Sadece yemin etmekle kalmayıp; bu işlemin, Hud 119 ayetinde “Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım’ sözü böylece tamam oldu” diyerek

kamagra oral jelly usa

, gerçekleştiği de söylenir.

Mevcut İslam inancında, insanın melek olması söz konusu değildir ama, Kuran tam tersini söylemektedir. [stextbox id=”warning”]

Enbiya 26 Böyle iken dediler ki: ‘Rahmân çocuk edindi.’ Allah bundan münezzehtir. Doğrusu melekler (Allah’ın çocukları değil.) ikram olunmuş kullardır.”[/stextbox]

diyerek bir zamanlar insan olan birilerinin artık melek oldukları söylenmektedir. Birileri itiraz edip, bu kulların dünyada o mertebelere sahip birileri olabileceğini düşünebilir. Oysa kul yani ibadun kelimesinin,  Araf 194 ayetinde, tam bir tanımı vardır. Orada bu kelimeyi; müşriklerde dâhil, insanlara hitap ederek “sizler gibi kullardır” diyerek anlamlandırır. Tüm mealciler de kelimeyi bu anlamıyla almışlar. Buradan anladığımız şey, meleklerin bir zamanlar kul olduklarıdır. Fakat kul olmaktan ayrı olarak, onlar ikram olunmuştur. İşte ayetteki “ikramın” tekâmül olduğunu anlayabiliyoruz. Yani insanlar tekâmül ederek, melek olacak ve cehennemde yaşayacaktır. Bu mantığı kabul ettiğimizde, şu andaki meleklerin de geçmişte insan olarak dünyada yaşamış olması gerekir. Geçmiş dönem konusuna az sonra değineceğiz.

İslam inancı, cehennemi kötü bir yer olarak tanır ama, Kuran’ın sembolik anlatımında tam tersini görüyoruz. Onun için Secde 13 ayetinde [stextbox id=”warning”] “Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidâyetini verirdik. Fakat benden: ‘Bütün insanlar ve cinlerden cehennemi elbette dolduracağım.’ sözü hak olmuştur.“[/stextbox] diyerek insanların çoğunluğunun cehenneme gitmesi, verilmiş bir söz olarak karşımıza çıkar. Yani, Cehennemin tamamen doldurulacağına söz verilmiştir. Hatta bu durum, Meryem 71 ayetindeki [stextbox id=”warning”] ‘İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.‘ [/stextbox]sözüyle katmerlenmiş olarak bizi, kesinleşmiş hüküm olarak cehenneme mahkum eder.

Kuran bu yapıyı Araf 179 ayetinde [stextbox id=”warning”] “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” [/stextbox]diyerek niyeti açık eder.  Fakat, mevcut inancın cehennemi kötü görmesi yüzünden, kötü bir meziyetmiş gibi algılanır. Ayet, cehennem için yaratılan insanın, bunu göremediğini söyler. İnsanın gaflet içinde olduğunu anlatır. Gaflet uykusundan uyandığımızda asıl yaşayacağımız yerin cehennem olacağını anlayacağız. İnsan kıyamette uyanacaktır. O zamana kadar üzerinde gaflet perdesi vardır. Onun için gerçeklerden bihaberdir. Gafletten ne zaman uyanacağını da yine Kuran söylemektedir. Kaf 22 ayetinde kıyamet anını yaşayan kişiye hitaben  [stextbox id=”warning”]“Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” [/stextbox]diyerek kıyamette gaflet perdesinin kalkacağını söyler. Böylece gerçekler görünecek ve insanlar uyanacaktır.

Geçmiş dönem insanlarına gelince Kuran geçmişte kıyamet yaşamış ve yok olmuş pek çok kavimden bahseder. Ben hepsini saymayacağım örneğin Furkan 38’de Ad, Semud ve Ress halkının mahvolduğunu söyler. Kıyamet olgusu felaket ile özdeşleştiği için, bu tip anlatım tarzı tercih edilmiştir. Anladığım kadarıyla türler sıra ile dünyada tekâmüle sokuluyor. Yeteri kadar tekamül edenler sıra ile bir üst boyuta alınıyor. Bir üst boyuta alınan tür arkadan gelen türe yardım ediyor. Bedensiz yaşam derken melek döneminden bahsettiğimi anlamışsınızdır.

Her türün dünyada kaldığı süre, Kalu Bela ile kıyamet arası dönemdir. Bu dönemlerin geçiş anları vardır. İşte bu geçiş anlarını organize eden insanlar vardır. Kuran bu geçiş zamanını, Zülkarneyn diye birinin organize ettiğini anlatır. Zülkarneyn kıyameti yaşayacak olan türden kalan görevlidir. Kuran’a göre üç yolculuk yapacaktır. İlk yolculuğunu ([tooltip layout=”box” text=”Derken o da bu yollardan birini tutup gitti.” effect=”1″]Kehf 85[/tooltip])  kendi milletine yapacaktır. Kendi milleti –yani şu andaki bizler– ceza ve mükâfat sistemi ([tooltip layout=”box” text=”O da demişti ki: ‘Kim haksızlık ederse muhakkak ona azab edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, O da onu görülmemiş bir azabla cezalandırır.'” effect=”1″]Kehf 87[/tooltip]- [tooltip layout=”box” text=”‘Amma her kim de iman edip iyi bir iş yaparsa, buna da en güzel mükâfat vardır. Biz ona dünyada kolaylık gösterir zor işlere koşmayız.'” effect=”1″]Kehf 88[/tooltip]) denilen, içinde bulunduğumuz bu sistem ile negatif tekâmül ediyor olanlarız. Yani Zülkarneyn bizleri kıyamete hazırlayacaktır. Bizler negatif (yani kendine hizmet ile) tekâmül yaptığımız için, çok egoist bir yapıda oluruz. Çünkü kendimizi evrenin merkezi, diğer herkesi teferruat sayarız. Diğer insanlara yapacağımız yanlış hareketleri bir miktar dizginlemek için, ceza ve mükâfat yöntemi kullanılır. Kimilerinde, dinler olmasaydı, insanlık daha iyi durumda olurdu düşüncesi var. Fakat bu doğru değildir. Tekâmülde ilerde olan zaten dine de ihtiyaç hissetmez. Dine ihtiyaç hisseden kişi, aynı zamanda dizginlenmesi gereken kişi demektir.  Fakat insanlar mükâfatı kendine, cezayı başkasına lâyık görme eğilimindedir. İnsanları asıl dizginleyen şey, kendisine haksızlık yapıldığında, o kişinin, öte dünyada bunun bedelini ödeyeceği düşüncesidir. Kişiler ceza sisteminin olmadığı bir düzeni asla adil bulmuyor. Kendisine haksızlık yaptığını düşündüğü kişinin, ilelebet cehennemde yanması, onun affedilmesinden, daha iyidir diye düşünüyor. Oysa kişi hangi suçu işlerse işlesin, ilelebet yanma cezasını hak edemez. Fakat böyle bir ceza sisteminin olması, kişilerin dünya haksızlıklarına daha kolay tahammül göstermelerini sağlamaktadır. Yani cehennem cezası, insanların dayanım eşiklerini yükseltmek içindir. Böyle bir sistem olmasaydı, insanlar cezaları kendileri kesmeye kalkardı ve dünyanın durumu çok daha kötü olurdu. Fakat yine de bazıları, düşük seviyeleri sebebiyle Kuran’daki “öldürün” kıstasını kendine siper ederek başkalarını cezalandırma uğraşısındadır. Bu tür şeyler, insanların seviyelerinin sonucudur. Çünkü Kuran’dan isteyen, El-Kaide gibi öldür, ötekileştir, isteyen Mevlana gibi “kim olursan ol yine gel” mantığını çıkarır. Aslında Mevlana mantığı Kuran’ın tercihidir ama, egoizm (yani şeytan) bunu görmeyi engeller.

Kıyamette tüm insanlar eşiği geçemeyeceği için kalanlar ([tooltip layout=”box” text=”Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.” effect=”1″]Rahman 46[/tooltip], [tooltip layout=”box” text=”Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.” effect=”1″]Rahman 62[/tooltip]) dört adet cennette, yaşayacaklardır. Bu insanlar cennetlerde altın çağı yaşayacak ve pozitif tekâmül edeceklerdir. Yani Kaf 22’de dediği gaflet uykusundan, uyanmış olacaklardır. Zülkarneyn ve arkadaşları o insanların yaşayacağı dört şehir inşa edecek ve açık tekâmül sistemini organize edeceklerdir. Bu dönemdeki insanlar her şeyi bileceği için Kuran ([tooltip layout=”box” text=”Nihayet güneşin doğduğu yere vardığında, güneşin kendilerini ondan koruyacak bir siper yapmadığımız bir kavim üzerine doğmakta olduğunu gördü.” effect=”1″]Kehf 90[/tooltip]) “üzerlerine güneşin batmadığı bir kavim” olarak anlatır. Güneş bilgiyi sembolize eder.

Cennetlerin, altınçağda tekâmül edilecek yerler olduğuna dair bir delil de Rahman 54 ayetindeki “Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.” söylemidir. Rahman suresi cennetleri, tıpkı dünyadaki bir ortam gibi tanımlar. Yani baldan, börekten, döşekten, huriden bahseder. Bu anlatımın sebebi, gerçekten dünyadaki bir yeri tanımlıyor olmasındandır. Şimdiki durumla aradaki fark o zamanki insanların çalışmak zorunda olmamaları ve gerçek bilgilere vakıf olarak yaşamalarıdır. Elbette altınçağa kalacak olan insanların hepsi, aynı tekâmül seviyesinde olmayacaktır. Onun için, dört ayrı tekâmül seviyesinde guruplandırılacaklardır. Dört cennetin olmasının sebebi odur. Bu guruplardan ikisi tekamülde diğerlerinden daha önde olacağı için, daha erken devşirilecektir. Yani öte dünyaya daha erken alınacaklardır. Oysa mealciler bu durumu anlayamadıkları için, Rahman 54 ayetine “meyvelerin devşirmesi yakındır” gibi bir anlam yükleyerek durumu kurtarmaya çalışırlar. Oysa ayette meyveden bahsetmediği gibi, cennetlerde her an her şey taptaze ve sınırsız bulunur. Eğer iki cennette meyvelerin devşirilmesi yakın ise, diğer ikisinin ki uzak demektir. Bu durum, cennetlerin ilk zamanlarında, meyve olmadığı gibi bir anlam içerir. Bu mantık, cennet kavramıyla çelişir.

Bazı mealciler ise meyvelerin elle alınabilecek kadar yakın olduğunu yazar. Bu mantığa göre sanki diğer iki cennette meyvelere ulaşmak daha zordur. Bu düşünceler de cennet mantığıyla örtüşmez. Zaten tekâmül kavramını devreye sokmadıkça bu ayetleri doğru anlamak asla mümkün değildir. Mevcut İslam inancında tekâmül olmadığı için devşirme olayını insandan başka şeylere yakıştırma eğiliminde olmuşlardır.

Zülkarneyn üçüncü ve son yolculuğunu ise sözden anlamayan bir kavme ([tooltip layout=”box” text=”Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiç söz anlamayan bir kavim bulmuştu.” effect=”1″]Kehf 93[/tooltip]) yapacaktır. Bu kavim, bizden sonra tekâmüle sokulacak olan kavimdir ve zekâ olarak çok geri olacaktır. Yazılarımda tekâmülün bilinç olduğunu yazmıştım. Bu kavim tekâmül açısından çok başlarda olacağı için “söz anlamayan bir kavim” olarak tanıtılmıştır.

Tekâmül sisteminin açık bilgileri, zekâ özürlü bu yeni tür için, ters etki yapacağından bilgilerin gizlenmesi gerekmektedir. Çünkü, yeni tür negatif tekâmül yapacaktır. Negatif tekâmül yapan bir tür için, açık bilgiler, olumsuz sonuç verir. İşte Zülkarneyn’in yaptığı set, bu bilgileri saklayacaktır. Ancak zamanı geldiğinde yani, yeni türün kıyamete çok yaklaştığı zamanda açılacaktır.  Zülkarneyn’in yaptıklarını yapacak biri çıkacak ve onu Mesih ya da Mehdi olarak bileceklerdir. Ayrıca Zülkarneyn’in yapacağı şey, dünyasal bir settir. Bana göre demirden bir bina yapılıp paslanmaması için zift ya da bakırla kaplanmıştır. Bu bina yakın zamanda bulunacak, yani set açılıp içindeki bilgiler dünyaya yayılacaktır. Oradaki bilgiler sayesinde şu anki bilgilerimizin ne kadar yanlış olduğunu kavrayacağız.

Gördüğünüz gibi asıl yaşanacak yer cehennemdir ve Müddesir 31’de bahsettiği zebaniler değil, insandan dönüşüp melek olanlardır. Ayet bunu açıkça söylüyor olmasına rağmen, Kuran’ın zahiri anlamına uymadığı için anlam değiştirilmiştir.

Aynı durum Enbiya 105 ayetinde de vardır.  [stextbox id=”warning”]Şanım hakkı için zikirden sonra Zeburda da yazmıştık: ki her halde Arz, ona benim salih kullarım vâris olacaktır.” [/stextbox]

Burada da zikirden sonra Zebur’da da dediği için Zikir kelimesi Tevrat’ı kastettiği düşünülür. Oysa, zikir olarak çevrilen, (الذِّكْرِ) żżikri kelimesi Âli İmrân 58, Furkân 29, Sâd 1, Fussilet 41 ayetlerinde “Kuran”olarak çevrilmektedir. O ayetlerde zikir kelimesinin Kuran’ı kastettiği, hemen bütün mealcilere göre tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü Fussilet 41 ayetinde Müşriklere hitaben [stextbox id=”warning”] Zikir kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler, mutlaka cezalarını çekeceklerdir. O gerçekten çok değerli bir kitaptır.”[/stextbox] diyerek, Zikir kelimesinin Kuran’ı kastettiğini söyler. Kuran’ın kendi kendini açıklaması sayesinde Enbiyâ 105 ayetinde de Kuran’dan bahsettiğini anlıyoruz. Bu demektir ki, Kuran’dan sonra Zebur diye bir kitap daha gelecektir. Bu da Davud’a gelecek olan kitaptır.

Aslında bu durum Muhammed peygamberin, son peygamber olmasıyla çelişir gözükmektedir. Fakat tarihte Zebur diye bir kitabın olmamasını da açıklamaktadır. İslâm alimleri, Zebur diye bir kitap olmayınca, onu Tevrat’ta adı geçen Davud peygamber sanarak, ona vahy edildiği düşünülen Mezmurlar bölümünü Zebur yaparlar. Mezmurlar bir şiir kitabıdır ve dini şarkı söylemekten öte bir manası yoktur. Aslında Tevrat’a göre Davut, peygamber değildir. O kraldır ve onun döneminde başka peygamberler vardır. 2.Samuel 7’de Kral Davud zamanındaki peygamberin ismi Natan’dır. Yani Ahit sandığı aracılığı ile, tanrıyla irtibat kuran kişi odur. Davud’a vahiy gelmediği için, kitap da yazmamıştır. Fakat onun zamanında yazıldığı düşünülen Mezmurlar Zebur olarak düşünülmektedir. Yani gördüğünüz gibi, Kuran’da bulunan “Davud’a Zebur’u verdik” anlatımı bu kişiliklerle özdeşleştirilmiştir. Oysa ayet gayet açık olarak “Kuran’dan sonra Zebur’da da yazdık” diyerek, Zebur’un Kuran’dan sonra geleceğini belirtmektedir. Dediğim gibi, Kuran’ın zahiri anlatımı için Tevrat’ın kullanılması sebebiyle, bu anlama geldiği sanılmaktadır. Oysa bâtıni anlatım, Zebur’un daha gelmediğini söyler. Ben, “Kuran’a göre mehdi“, ve “Altınçağ görevlileri ve özellikleri…” adlı makalelerimde Mehdinin, Davud sembolü ardına saklandığını anlatmaya çalıştım. Yani Kuran’ın bâtıni anlatımında, Mehdi kavramının olduğunu hatta, bunun birçok sembol ardına saklandığını söylüyorum. Birçok sembol olmasının sebebi, bence birçok görevlinin olması yüzündendir. Kıyamet sürecinde görev alacak olanların, farklı yeteneklerinin olacağını sanıyorum. Kuran geçmişte geldiğini söylediği peygamberlerin, bu görevlileri anlattığını düşünüyorum. Bir müddet ekibe Davud liderlik yapacaktır. Sonra liderlik Süleyman’a geçecektir.

Muhammed’in son peygamber olması olayını da şöyle yorumluyorum. Davut yeni bir din getirmeyecek olduğu için Kuran’daki peygamber statüsünde değildir. Davut yada Mehdi, aslında tüm dinleri ortadan kaldıracaktır. Dini anlamda son Peygamber, Muhammed peygamberdir. Bir daha o şeriatta, bir bilgi gelmeyecektir. Yani Davut ve ekibi bir peygamber statüsünde olmadığı için, Ahzap 40 ayetindeki “peygamberlerin sonuncusu” sözü çiğnenmiş olmaz. Artık gerçek bilgi hakim olacağı için, dinler dönemi kapanmış olacaktır.

Ben Türkçe çevirileri baz alarak bulduğum bu hatalar, sanırım tüm çevirilerde hatta, Arapçasında bile vardır. Bu hata, Kuran’ın zahiri anlamının, bâtınisiyle çakışmamasından gelmektedir.

Seyfullah Demir

 [stextbox id=”black”]

Müddesir 31 ilk ayeti:

Abdülbaki Gölpınarlı Meali: Ve biz, cehennem memurlarını, meleklerden tayin ettik…

Ali Bulaç Meali: Biz o ateşin koruyucularını meleklerden başkasını kılmadık.

Abdullah Parlıyan meali: Ve biz cehennem işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirdik.

Ahmet Varol Meali: Biz o ateşin bekçilerini ancak melekler(den) kıldık.

Ahmet Tekin Meali: Biz cehennemde, infaz memurları olarak yalnızca sert ve haşin tabiatlı melekler yerleştirdik.

Ali Fikri Yavuz Meali: Biz o ateşin muhafızlarını hep meleklerden ibaret kıldık.

Bayraktar Bayraklı Meali: Biz cehennemin bekçilerini sırf melekler kıldık.

Cemal Külünkoğlu Meali: Biz o cehennemin muhafızlarını hep meleklerden ibaret kıldık.

Diyanet İşleri Meali (Eski): Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır.

Diyanet İşleri Meali (Yeni): Biz, cehennemin görevlilerini ancak meleklerden kıldık.

Diyanet Vakfı Meali: Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir.

Edip Yüksel Meali: Biz ateşe bekçi olarak sadece melekleri atadık.

Elmalılı Meali (Orjinal): Hem biz o ateşin muhafızlarını hep Melâike yaptık,

Hasan Basri Çantay Meali: Biz o ateşin bekçi (lik) lerine meleklerden başkasını me’mur etmedik.

Hayrat Neşriyat Meali: (Biz) Cehennemin sâhiblerini (o zebânîleri) meleklerden başkası yapmadık.

Kadri Çelik Meali: o ateşin koruyucularını, meleklerden başkasını kılmadık

M.Murat AVCIOĞLU Meali: Biz o ateşin görevlilerini meleklerden kıldık

Ömer Nasuhi Bilmen Meali: Ve Biz cehennemin muhafızlarını meleklerden başka kılmadık

Muhammed Esed Meali: Çünkü yalnızca melekî güçleri [cehennem] ateşinin gözcüleri kıldık;

Suat Yıldırım Meali: Biz cehennem görevlilerini sadece melaikelerden kıldık.

Süleyman Ateş Meali: Biz cehennemin muhafızlarını hep melekler yaptık.

Yaşar Nuri Öztürk Meali: Biz, cehennem yâranını hep melekler yaptık.

[/stextbox]

NOT: Kuran ayetleri konusunda bana büyük katkıları olan Nimoza rumuzlu kardeşime teşekkür ederim.

Seyfullah DEMİR