Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

Gelişimimiz için, bizi yönlendiren kutsal mekânlar, açık ve kapalı olarak kişileri bilgilendirir. Fakat insan bedeninin, bu işi desteklemesi gerekir. İnsanlığın ilk dönemlerinde bu yönlendirme işlemi, vahiy veya sezgi yöntemi ile yapılamıyordu. İnsanın zekâ seviyesi müsait değildi. Vahiy sistemi de, insanlıkla beraber gelişmiştir. Musa peygamberin yapısı, vahiy sistemine uymadığı için, ona teknolojik bir araç verilerek iletişime girilmiştir. Ona bilgileri, ahit sandığı dediğimiz, telsiz ile vermişlerdir. Daha sonra gelişen İsa peygamber de, yeterli duruma gelmediği için, Essenilerin elinden eğitim alması sağlanmıştır. Muhammet peygamber bile, mağaralarda yalnız kaldığında egzersiz yaparak kendini açabilmiştir.

Kişiler kutsal mekânlardan bilgi aldığını anlıyorsa buna vahiy denir. Yok, eğer anlamıyorsa ona da sezgi diyorum. Peygamberlerin haricinde kimseye açık bilgi verilmemiştir. Fakat sezgi türü bilgi çok fazla insana verilmiştir. Bunların bazıları çok bellidir. Örneğin; Einstein kesinlikle yönlendirilmiştir. Ben üç tane örnek vereceğim. Önce Einstein’dan başlamak istiyorum.

Einstein çocukluğunda konuşma problemleri yaşadı. Konuşmaya başladığında da çok yavaş konuşuyordu. Bu dokuz yaşına kadar sürdü. Annesi ve Babası geri zekâlı olduğunu düşünüp, çok korkuyorlardı. Einstein’in utangaç ve içine kapalı bir çocukluğu vardır. Hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olamadı. 1895′te Einstein 17 yaşında iken, İsveç Federal Polyteknik okulunun sınavlarına girdi. Giriş sınavında matematik ve bilim bölümünü geçti. Fakat tarih, yabancı dil ve coğrafyadan kaldı. Einstein bunun üzerine ticaret okuluna gitti. Bir yıl sonra sınavlara tekrar girerek Polytekni’ğe girmeyi başardı. Fakat öğretmen olarak iş bulamadığı için, İsviçre Patent Ofisinde işe başladı. Çünkü, hiçbir öğretmeni ona referans mektubu vermeye yanaşmadı. Teorilerini de, bu ofiste çalışırken yayınladı.

Şimdi, böyle hüsrandan hüsrana giden bir insanın, kendi kendine, hiçbir yardım almadan dünyayı yerinden oynatacak şeyler söyleyebileceğine kim inanır. Aslında, Einstein’ın akademik kariyer yapamaması bir rastlantı değildir. Eğer Einstein bir yerlerde asistan olsaydı, mevcut sistemin içine sıkışabilir ve ona verilen bilgileri değerlendiremeyebilirdi. Einstein hem o yapıdan kurtuldu hem de gözümüze sokulacak bir örnek oldu.

Einstein’ın yardım aldığını bir örnekle anlatmak istiyorum. Tony Buzan’ın Yaratıcı Zekâ Gücü kitabındaki bir pasaj… (Sayfa 26–27)

 

 [stextbox id=”grey”]

“Tarihten Örnek: Albert Einstein

Albert Einstein yirminci yüzyılın en büyük yaratıcı dâhisi kabul edilmektedir. Aslında kendisi yoksul bir öğrenciydi, hayal kurmayı ders çalışmaya tercih ederdi; sonunda huzuru bozduğu gerekçesiyle okuldan atıldı.

Gençken, matematiğin ve fiziğin yaratıcı yönü ona ilham verdi. Bu arada Michelangelo’nun çalışmalarından etkilendi ve bu çalışmaları derinlemesine incelemeye başladı. İlgi alanları onu hayal gücünü zorlamaya teşvik etti. Sonunda, bugün çok ünlü olan “Yaratıcı Zekâ Oyunları”nı geliştirdi. Burada kendine karmaşık bir soru soruyor, sonra hayal gücünü özgür bırakıyordu.

En ünlü Yaratıcı Zekâ Oyunları’ndan birinde, Einstein güneşin yüzeyinde olduğunu, güneş ışınlarından birini kaptığını, hemen oradan uzaklaşıp uzayın derinliklerine doğru yolculuk ettiğini hayal ediyordu.

Yolculuğu sona erdiğinde, büyük bir şaşkınlıkla, başladığı yerde olduğunu fark ediyordu. Bu mantıken olanaksızdı; insan sonsuza dek aynı çizgide dümdüz ilerleyip başladığı yere varamazdı.

Einstein bu nedenle güneşin başka bir tarafından hayali bir güneş ışını alıp yola çıktı ve evrenin derinliklerine doğru dümdüz ilerledi. Bir kez daha başladığı yere vardığını gördü.

Yavaş yavaş gerçeği anladı; hayal gücü ona mantığından daha fazla doğruları söylüyordu. İnsan sonsuza dek aynı çizgide dümdüz ilerleyip sürekli başladığı yere varıyorsa, “sonsuz” en azından iki şey olmalıydı: bir şekilde kıvrımlıydı ve bir sınıra sahipti.

[/stextbox]

Tony Buzan’ın dediği gibi, Einstein’ın hayal gücü ona mantığından çok daha fazla doğruları gösteriyordu. Einstein’e başarısının sırrı sorulduğunda  “sezgilerim” demişti. Hikâyede de görüldüğü gibi, Einstein’a gerçekten yardım edildi ve dünyanın biliminin yönü çizilmiş oldu.

Başka bir örnek ise, Darwin’dir. Şöyle düşünün; kendisini deniz tutan kaç kişi, dört yıl eziyet çeke çeke dünya denizlerinde dolaşır. Elbette yaptığı yolculukların, Darvin’e çok iyi katkıları olmuştur. Örnek olarak, And dağlarının üç bin metre zirvesini geçerken hiç görülemeyecek bir fosil kaynağı buluyor. Bunun ne kadar zor olduğunu düşünün. Deniz seviyesinden yola çıkan Darvin, o yüksekliklerde soğuk, yorgunluk, baş dönmesi ve halsizlik gibi şeylerle uğraşması gerekirken, o, yolun dışında bir fosil kaynağı buluyor. Üstelik bulunan fosiller, hemen fark edilecek gibi değildir. Eğer çok iyi bakıp incelemezseniz, kayalarda fosilleşmiş deniz kabuklularını fark etmezsiniz.  İşte böyle şartlarda, bu fosillerin varlığını görmek mucizedir. Üstelik, bir deniz canlısının Ant dağları zirvelerine yakın yerlerde görüleceği, hiç düşünülemeyecek bir olgudur. Onun için, bu karşılaşmanın organize edildiği çok açıktır. Aslında, tüm yolculuk organize edilmiştir. Bu gün isteyerek bir yolculuk organize etsek, sanırım daha iyi bir güzergâh bulamayız.  Galabagos adalarının bu gezideki önemini, herkes takdir eder. Orada, aynı türden kuşların, her adada farklılık göstermesi, Darvin’in dikkatini çekti ve doğal seleksiyon düşüncesi oluştu. Aslında, ilk onun değil, kuşları gönderdiği arkadaşının dikkatini çekmişlerdir.

Bu yolculuk, aristokrat kaptan olan Robert Fitzroy’a, akşam yemeklerinde eşlik etmesi için plânlanmıştı. Yola çıkarken bir doğa bilimci değil de, bir rahip olma yolunda ilerliyordu. Fakat bugün; kendisinin de bir elemanı olmayı düşündüğü o dinin mensuplarınca, en büyük düşman görülmesi bir ironidir.  Seçilen güzergâh, onu, çok farklı sonuçlara götürdü. Kutsal kitaba yani İncil’e göre, dünyanın ömrünün 6-7 bin sene olduğunu ve Darvin’in de bu düşünceye sahip olduğunu biliyoruz. İşte, önce bu düşüncenin değişmesi gerekecekti. Çünkü evrim bu kadar kısa sürelerde, bu kadar değişiklik yapamazdı. And dağlarının yamaçlarında bulduğu deniz kabuklularının, o yüksekliklerde ne işi olduğunu anlaması gerekiyordu. Onun için, yakın geçmişte, deprem sonucu, deniz seviyesi üzerindeki midye yataklarını bulması sağlandı. Bu yatakların, dağların zirvesindeki fosilleri oluşturacağını anlaması uzun sürmedi. Böylece küçük etkilerin uzun zamanlar içinde, dünyayı şekillendirdiğini anladı. Bu sayede, dünyanın yaşının binlerle değil, milyonlarla ifade edilmesi gerektiğini kavradı. İşte, Darvin’e gösterilen bu ipuçlarını yorumlaması ve bugünkü evrim teorisinin gündeme gelmesi sağlandı.

İşte bilimimiz, hep bu yöntemlerle geliştirildi. Eğer biraz derinlemesine düşünülürse, çoğu bulunan şey, henüz zamanı gelmediği halde bulunmuştur. Doğal süreç içinde olmaması gereken buluş ve bilgiler bize empoze edilmiş gibidir. Bu durum, insanın gelişimini en hızlı yapabilmesi için düşünülmüştür. Tüm gelişimimizi o dönemin üstün bilim adamlarına borçlu olduğumuzu sanıyoruz. Evet, doğru; bizim gördüğümüz onlardır ama, asıl kahramanlar arka plândadır. Verilen bilgilerin insan evrimi ile direk ilgisi vardır. İnsanın hem ruh, hem de beden evrimi onun kaldırabileceği bilimsel ve dini bilgiyi belirler. Böylece ona verilecek bilgi, olgunlaştırılarak verilir. Bilgi verilecek kişiye hangi tür bilgi verilecekse, o bilgileri düşünmesi sağlanır. Düşünen insanın, doğru yorumu yapabilmesi için, doğru ipuçlarına ulaşmasına vesile olunur.

Aslında dünyaya gelmesi gereken bilgi, evrenin oluşumundan beri evrende yayınlanmaktadır. Fakat bazı bilgiler, zamanı gelmeden önce alınması istenir. Einstein’da olduğu gibi… O tür kişiler ya da din oluşturması gereken kişiler hem bedenlenmeden önce, hem de bedenliyken ona yardım edildiğini düşünüyorum. Başka türlü başarılı olmaları pek mümkün gözükmüyor. Fakat her olay öyle değildir. Örneğin; bir arabanın icadı için müdahaleye gerek yoktur.

Ayrıca dini bilgilerle, bilimsel bilgilerin aktarılması arasında fark vardır. Bilimsel verileri alan kişinin, gerekli delillere de ulaşması sağlanır. Delilleri kullanan kişi, başkalarını da ikna eder. Onun için bilgilerin bir ilâhi kaynaktan geldiğinin bilinmesine gerek yoktur. Kişi kendisinin ulaştığı bir sonuç olarak görür. Dini verilerde delil yöntemi yoktur. Kişiye ilâhi âlemlerden bilgi aldığı hissettirilir. Hem de ona belli bir kesimin inanması sağlanır. O dine inanması düşünülen kesimin kabul edeceği bilgi ve delillerle donatılır. Bu tür bilgiler, dünyanın belli bölgelerinde bir inanış oluşturmak içindir ve bir seviyedeki insanları hedef alır. Tevrat’taki verilerden Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın plânlandığı gözükmektedir. O plânlar sonucu tüm dinler oluştu. Aslında Hıristiyanlıkta en önemli kişinin İsa olmadığı, asıl Hıristiyanlığı oluşturanın Pavlos olduğu görülmektedir. Hatta, İsa diye biri olmayabilir bile. Sırf bir senaryo olma ihtimali de vardır. Belki de bütün dinler benzer senaryoyla oluşturulmuş olabilir. Fakat dinler plânlanmıştır ve o plânlar neyse, onu uygulayarak gerçekleştirilmiştir. Sanırım Hıristiyanlığı İsa yaysaydı, Musevi mezhebi olmaktan öteye gidemezdi. Fakat onun değil de Pavlos’un yayması sayesinde yeni bir din oldu. Bu konuyu “Tevrat’tan Kuran’a, işleyen planlar” adlı makaleden daha detaylı olarak okuyabilirsiniz.

İnsanların yönlendirilmesine çok ilginç başka bir örnek daha vermek istiyorum. Önce hikâyeyi tarihögretmeni.com adresinden okuyalım.

 [stextbox id=”grey”]

“Jean-Marıe Chauvet ile iki arkadaşı 1994 yılının Aralık ayında Fransa’nın Ardeche Bölgesi’nde mağaralarda araştırma yapmaktaydılar. İnsanlığın ilk resimlerini bulmayı umuyorlardı ama o ana kadar fazla bir başarı elde edememişlerdi. Hepsi de Üst Paleolitik Dönemin yani 40 bin ile 10 bin yıl önceki görkemli yeraltı resimlerini ve Lascaux, Niaux ve diğer ünlü yerlerin resimlerini biliyorlardı. Ancak Ardeche Irmağı’nın üzerindeki tepenin derinliklerinde bulacakları şeye hiç de hazırlıklı değillerdi.

Bir yamacı tırmanınca küçük bir kaya çıkıntısına rastladılar. Arka tarafında bir moloz yığını vardı. Taşları dikkatle yoklayarak bir hava akımı aradılar.

Evet, bir hava akımı hissedebiliyorlardı. Heyecanla düşmüş taş ve toprağı kaldırınca tepenin derinliklerine inen dar bir tünel gördüler. Uzun uğraşlardan sonra geniş ve parıltılı bir yeraltı odasına indiler. Gözlerine ilk çarpan şey duvardaki kırmızı bir insan eli izi oldu: Biri çok ama çok uzun zaman önce o mağarada bulunmuştu.

Biraz ilerleyince at, aslan, bizon, suaygırı ve artık soyu tükenmiş olan tüylü mamut resimleriyle karşılaştılar. Bunlardan bir kısmı boyanmış, bir kısmı mağaranın çamur duvarlarına kazınmıştı. Karanlığı delen lambalarının ışığında mağara ayılarının iskeletleri, ateş yakılan ocaklar, meşalelerini duvarlara dayamış insanların bıraktıkları izler göründü. Araştırmacılar kendilerini kayıp ve belki de kutsal bir dünyaya tecavüz eden insanlar gibi hissediyorlardı.”

[/stextbox]

1994 yılında Fransa’da üç arkadaş aralık ayında mağara aramaya çıkıyor. Size hiç mantıklı geliyor mu? Dünyada kaç kişi içinde resimler olan ve geçmişten kalan mağara aramaya kalkar. Böyle şeyler tesadüfen bulunur. Fakat Chauvet ve arkadaşları böyle bir geziye çıkmışlar ve başarılı olmuşlar. Tıpkı Darvin gibi yönlendirildikleri çok açık… Çünkü o mağaradaki resimler açığa çıkmalıydı. O resimler geçmişte bizim kadar gelişmiş bir medeniyetin olduğunun delilleridir. “Tarih öncesi resimlerinin gizemi 1” adlı makalemde o resimlere yer verdim ve isteyen herkes netten resimlere ulaşabilir.

Aslında dünyaya gelen her bilgi programlıdır. Bir plan ve program dâhilinde gelir. Bilgilerin yayınlandığını ve zamanı geldiğinde birinin bu yayını aldığını söylemiştik. Fakat Chauvet olayı bu kategoriye girmez. Burada yayınlanan bir bilgi yok. Onun için bu üç kişi ya rehber ruhları tarafından yönlendirilmiştir ya da bedenlenmeden önce bu mağarayı bulmak kaderlerine yazılmıştır.

Bence kaderlerine yazılı olması daha olasıdır. Çünkü yapacakları her şey plânlandığı için, onlara artı bir katkı yapılması gerekmeyebilir. Fakat rehber ruhların da insanları yönlendirdiğini biliyorum. Sanırım her iki yöntemde kullanılıyordur. Çünkü bazen kişi plânlandığı ve ruhuna işlendiği halde yapması gerekeni yapmaktan imtina edebilir. O durumlarda rehber ruh, devreye girip duruma müdahale eder.

2015’in başlarına kadar dünyaya yön veren insanların Yüksek Melekler Topluluğu gibi, üst ruhlar tarafından bilgilendirildiğini düşünüyordum. Onun için eski yazılarımda bu mantık hâkimdir. Fakat son ulaştığım bilgilere göre evrenin oluştuğu program, dünyaya gelmesi gereken bilgileri, kurulduğundan beri yayınlamaktadır. Yani aslında bu bilgiler zaten evrende hep vardı. Sadece o bilgiyi alabilecek anten yoktu. Burada anten bilinçtir. Bilinç yeterli düzeye geldiğinde, o bilgileri alabilecek duruma gelmektedir. Bilinç derken asıl kastettiğim ruhtur. Yani ruh ile bilinç benim için aynıdır. Hem matematik hem de kâmil insan olma yönünün toplamı ruhu ya da bilinci oluşturmaktadır. Ruhun da küçük bir program olduğunu düşündüğümüzde aslında bu durumların hiçte karmaşık anlaşılamaz veya ilâhi olmadığını anlayabiliriz. Bu gün zeki insanlardan bir ekip kursak, benzer sistemi bizde yaratabiliriz. Yani bizim evreni veya insanı mucizevi bir şeymiş gibi görmemiz, tamamen bizim seviyemizin düşüklüğündendir. Programdan anlayan biri, böyle bir sistemin benzerinin bilgisayar içinde yapılabileceğini bilir. Zaten yeni nesil bilgisayar oyunları, bu işin bir aşamaya kadar yapıldığını göstermektedir.

Bu yayın alma durumunu bende yaşıyorum. Edindiğim bilgilerin seviyesini bilenler zaten bunu anlıyorlar. En önemlisi kendimin farkındayım. Ara ara kalp çakram sızlıyor. Elbette bunun dünyasal bir ağrı, kaşıntı ya da acıyla benzerliği yok. En yakın tanım sızlamak kelimesini görüyorum. Sızlama olayı tam olarak kalbimin olduğu yerde olmaktadır. Fakat seyrekte olsa aynı durumu sağ tarafımda da yaşıyorum. Bu durumu Sayın Renan Seçkin’le paylaştığımda “sana enerji yüklemesi yapılıyor” demişti. Başka bir konuşmamızda da dünyaya gelmesi gereken bilgilerin yayınlandığını söylemişti. Ben bu durumu yeni yeni anlamaya başladım. Evren tarafından yapılan yayını algıladığımı şimdi anlayabiliyorum. Sanırım astral bedenim aracılığıyla bu yayını almaktayım. Fakat kalp sızlaması yaşarken bana hiçbir bilgi yüklemesi olmuyor. Ancak bir hatırlatıcı ile karşılaştığımda bilgiler şekilleniyor. Bana en fazla hatırlatma yapan kaynak, Kuran olduğu için Kuran’ın yeri benim gözümde başkadır. Benim için kutsallığıyla ilgili en küçük bir tereddüt yoktur.

Genel konularda elde ettiğim bilgiler, okuyucular tarafından anlaşılabildiği için değeri verilmektedir ama bilimsel konular anlaşılamadığı için, yok hükmünde olmaktadır. Oysa benim en değerli makalelerim bilimsel makalelerimdir. Çünkü onlar sayesinde, sistemi çözebildim ve her şey yerli yerine oturdu. Her şeyin zamanının olduğunu biliyor ve sabırla bekliyorum.

Lütfen bu durumu yazdığıma beni pişman etmeyin. Mehdilik ya da bir çıkar peşinde değilim. Einstein veya pek çok insan bu durumu yaşamıştır. Sadece sürecin nasıl çalıştığını bilmediğimiz için onları gözümüzde büyüttük. Bu bir süreç… Ahmet yayını alırda yaymazsa, Mehmet devreye girer. Hatta aynı anda birkaç kişi bile alabilir. Kimin bu bilgileri yayması, yaşam çizgisinde yazılıysa; o, bilgileri yayacaktır.

Seyfullah Demir