Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

İnsanların tanrı olarak düşündüğü varlıkları ben, insan neslinin daha zeki olmasını sağlamak için, yaptıkları planlar içinde yaşamasını sağlayan, bizden daha gelişkin tür olarak tanımlıyorum ama, herkes o varlıkları benim gibi tanımlamıyor. Pek çok kişi o varlıkları kötü ve insanlardan yararlanan, onları kandırıp kanlarını sömüren varlıklar olarak düşünüyor.

Böyle düşünen insanların hatalı düşündüğünü sanmayın, çünkü duruma baktığımızda gerçekten görüntü o minvalde.

Bu konuda en açık olan Tevrat’tır. Tevrat’a göre Yahwe diye bir varlık, bir gurup insanı alıp diğer insanlara karşı taraf tutarak, onlara karşı haksız rekabet sağlamış. Hatta, onlara ahit sandığı gibi bir cihazla teknolojik avantaj sağlayıp, diğer insanları yok etmelerine, savaşlarda onları yenmelerine vesile olmuştur. Belki bir Yahudi iseniz bu durumu makul görebilirsiniz. Yoksa, neresinden bakarsanız bu varlık asla tanrısal bir varlık gibi gözükmüyor. Taraf tutan, bencilce hareket eden bir varlık.

Aslında tüm dinlerdeki tanrı inancı benzer açmazı taşır. Kendine inananı mükâfatlandıran, diğerlerini aşırı bir oranda cezalandıran bir yapı sunar. Hem de cezalandırma orantısız bir şiddet içerir. Yani işlendiği iddia edilen suça çok fazla ceza içerir. Meselâ; İslam’da Allah’a eş koşmak insanın ilelebet cehennemde yanmasını gerektirir. Kuran’ın en büyük günah saydığı şeydir. Peki bu o kadar büyük bir suç mudur? Cezaya bakarak muazzam bir suç olduğuna hükmetmek gerekir, çünkü bir kibritin parmağımızı yakmasına dayanamazken, ilelebet tüm vücudumuzun yanmasına dayanacağız. İnsanın sinir uçları yanarken muazzam bir acı hissi oluşturur ama sonra sinir uçları yandığı için acı biter. Bu durumda, sinir uçları tekrar oluşturularak çekilecek acı tekrar tekrar oluşturulur. Ayrıca cezaya çarptırılanlar, her türlü yalvarmayı yapıp af dilemesine rağmen, bu Allah’ın asla af etmeyeceği bir durum olacaktır. Hatta bu insanların cennette olanlardan, kendileri için Allah’a yalvarmalarına bile, izin verilmez. Bu ne şizofrenik bir tanrıdır. Sırf ona eş koştu diye sonsuza kadar feryat figan içinde insanları yakmak, bırakın tanrıyı, hiçbir insanın dayanamayacağı bir durumdur.

Diyelim ki! bir çocuk annesini kabul etmeyip, bir başkasını anne olarak kabul etsin. Bu durum dünyada, cezalandırılması gereken bir suç bile oluşturmaz. Ne anne, ne de baba bırakın yakmayı, onu cezalandırma yoluna bile gitmez.

Dinlerdeki böyle yapılar, bazı insanların farklı düşünmesini sağlar. Bir tanrı neden bu kadar kıskançça taraftarını kendine bağlamak ister. Mutlaka bu işten bir çıkar sağlamalıdır. Bir fayda sağlamasaydı böyle uğraşmazdı. Yahwe, binlerce yıl Yahudilerle uğraşmış. Üstelik Yahudilerden yaka silkmiş olmasına rağmen…

Başka bir açmaz da, her din tüm dünyadaki insanların, kendine inanmasını ister. Fakat hiçbir tanrı, tebliği doğru ve dürüstçe yapmaz. İnsanların içlerinden birini seçer ve ona kimseye ispat dahi edemeyeceği bir yöntemle, bilgi verir. O kişi harici herkes, elinde delil olmadan inanmak zorundadır. Sorgulamak bile yasaktır.

Vahiy denilen, ne idüğü belli olmayan bir yöntem ile tüm insanların inanması beklenir ve inanmayanlar ilelebet cehennem ateşinde yanmakla tehdit edilir. Bu durum akla mantığa uymaz ama, dini dogmalar içinde öylesine boğulmuşuz ki! çoğu insan bunu doğal bir durum diye kabul eder. Birileri itiraz edecek olsa bile, hemen karşı saldırılar ile, kişiler susturulur veya öldürülür.

Sanırım bana da büyük ölçekte itirazlar gelecek ve kalıplaşmış savunma devreye sokulacaktır.

Bu şartlar altında bazılarının tanrıları reptilian ya da kötü diye tanımlamasını makul görmek gerekir. Bizler hep şeytanı kötü düşünürüz. Oysa şeytan itiraz eden veya sorgulayandır. Müslümanlık inancındaki şeytan, Allah’a rağmen Allah’tan başkasına secde etmeyen varlıktır. Sırf mantığına uymadığından, Adem’e secde etmemiştir. Kendi aklına uyduğu için lanetlenmiştir. Yani Allah, kendi düşüncesinden başka bir düşünceye tahammül edememiştir. Sırf gücü var diye, böyle zalimce davranması normal mi? Bu durumda kötü olan şeytan mı?

Görüldüğü gibi insan aklını devreye soktuğunda başka başka mecralara doğru kaymaktadır. Peki neden iyi olması gereken tanrılar, kötü gözükmektedir.

Bunun başlıca sebebi tanrı kavramındadır. Aslında bizim tanrı diye tanımladığımız kavrama sahip kimse yoktur. Ortalıkta bizim tanrı zannettiğimiz varlıklar var, ama onlar tanrı değil. Onları öğretmen diye tanımlamak daha doğru ama, ben görevliler diye adlandırıyorum.

O zaman “Niçin dünyada bunca vahşet var?” sorusunun da makul ve mantıklı bir cevabı olmalı. Elbette var ama, cevabı anlamak bizim zekâ seviyemizle ilgili olduğu için, yazdıklarımı dikkatli ve tarafsız yorumlamanız gerekir. Eğer bir din gözlüğüyle ya da tanrılar kötü kabulüyle bakarsanız beni anlayabileceğinizi sanmıyorum. Hangi inancınız varsa; örneğin ateistseniz, ateizmi bir kenara bırakıp sırf akıl süzgeciyle bakmalısınız. Ateistler kendilerinin akıl süzgeciyle baktığını sanır ama, onlarda da ön kabuller var. Bilimi tek gerçek alır ve tanrıyı yok sayar. Ya bilim tek gerçek değilse? Ya tanrı kavramıyla örtüşmeyen ama ona benzer birileri varsa?

Kuran’da insanın yaratılmasına melekler itiraz etmişti. Allah “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” diye cevaplamıştı. Ayette söylediği bilmediğimiz o bilgiler, bizim gerçekleri görmemize engeldir. Bunun en başında insanlığın zekâ seviyesi gelir. Hep söylüyorum, insanoğlu (bende dahil) ne kadar geri zekâlı olduğunu anlayamayacak kadar geri zekâlıdır. Asıl sorun burada yatıyor. Evrenin gerçeğini anlayamayacak kadar zekâ geliştiremedik henüz. Bu sözümü hemen herkes ciddiye almayacak. Fakat inanın bana biz evreni, yaratılışı, varlığımızın gereğini anlayabilecek kadar gelişkin değiliz. Onun için gerçeklerden habersiziz.

Başka bir sorun da, yeterli zekâmızın olmaması yanında, çok fazla da ön kabullerimiz, şartlanmışlıklarımız var. Dünyaya hep bir gözlükle bakıyoruz. Yetişirken bize empoze edilen fikirlerin cenderesinden kurtulamıyoruz. Onları doğru kabul ediyoruz. Diğer tüm şeyleri de onların üzerine inşa etmeye çalışıyoruz. Temel farklı ise üzerine yapacağın bina ona uymak zorundadır. Yani temel neyse üstü de ona uyacaktır. Eğer dindarsanız anunakileri safsata olarak alırsınız, çünkü din temelinde öyle şeyler olamaz. Onları uydurmaya çalışırsanız ya cin ya da şeytana dönüştürmelisiniz. Ancak o zaman kalıplarınıza uyar. Eğer Ateistseniz de anunakileri safsata olarak alırsınız. Çünkü onlar yine sizin temellerinizle örtüşmez. Ateizmde öyle varlıklar olmadığından onları geçmiştekilerin hayal gücü olarak düşünür ve yok sayarsınız. Uzaylılara inanırsanız bu sefer de onları uzaylı yaparsınız. Yakında gelebilecekleri bir gezegen olmayınca, henüz görünmeyen bir tane olduğuna inanırsınız. Ya da muazzam uzaklıkları aşabilecek teknolojiye sahip olduklarını düşünürsünüz.

Yani, gördüğünüz gibi her şey, inanca dayanıyor. İnsanın gerçeğini inançları oluşturur. Çok az insan yetiştirilirken içine sokulduğu kalıplardan kendini sıyırabilir. Bazıları bir düşünceyi yanlış bulduğunda, karşı düşünceyi doğru sanır. Oysa zekâ seviyemizin düşüklüğü yüzünden dünyada doğru bilgi yoktur. Doğruyu kişilerin inançları oluşturur. Onun için kimsenin düşüncelerini eleştirmemeliyiz. Kimse siz dediniz diye düşüncesini değişmez. Düşünce değişimi uzun zaman içinde ve yavaş yavaş olur. Ve sadece okuyup araştıranların düşünceleri değişir ve gelişir.

Her düşüncesi değişenin geliştiğini sanmayın. Meselâ; kişi bir dine inanabilir ama çok dindar bir yapısı olmayabilir. O kişi çevresindekilerin, dinin kötü yanlarını gözüne sokmaları yüzünden ateizme kayabilir. Böyle kişiler ilerleme göstermiş olmaz. O suyun çatlağını bulması gibi gönlündekini bulmuş olur. Arayışı yoksa, din düşmanı kesilir ve yobaz bir dindar gibi yobazca, ateistlik yapar. Böyle kişileri şöyle tanımlıyorum. Her iki inançta da aslında aynı kattadır ama, ön pencere yerine arka pencereden bakmaya başlamıştır. Asla üst kata çıkamaz. Arayış olmayınca gelişme de olmaz. Ancak arayan üst kata çıkabilir.

Dünya inanç sisteminde olan açıkları doldurduğunuz oranda taraftar bulursunuz. Zecharia Sitchin tanrı kavramı yerine uzaylıları koydu ve pek çok insan için eksik olan bir alanı doldurdu. Onun için taraftar buldu ama, oluşturduğu sistemin hatalarını taraftarları görmezden geldi. Tıpkı dinin olumsuzluklarını görmeyen dindarlar gibi, onlar da kendilerini ikna ettiler. Her şey kişinin inançlarına bakar ve inancı onu yönlendirir. Zor olanı başarıp tüm inançlarımızdan sıyrılıp, olayları tarafsız bir gözle değerlendirmeliyiz.

Kişilerin inançlarına bu kadar değinmemin sebebi, hepiniz, söyleyeceklerimi kendi inançlarınıza uyup uymadığına bakarak değerlendireceksiniz. Uymuyorsa reddedecek, uyuyorsa beğeneceksiniz. Oysa gerçek, inançla ortaya çıkmaz. Siz inançlarınızı değil, aklınızı kullanmalısınız. Ve özellikle büyürken sizin oluşturmadığınız, size empoze edilen inançlarınızı sorgulamalısınız. Tarafsız sorguladığınızda yine aynı inanca sahip olabilirsiniz ama siz artık taklidi iman değil hakiki imana sahip olursunuz.

Madem görevliler iyiler, dünya; neden bu kadar kötü bir yer?

Bana göre insanların inandığı iyi ve doğru tanrının olmadığının en büyük delili, içinde yaşadığımız kötü dünyadır. Tanrı varsa ve iyiyse, dünyada bu kadar kötülük olması mümkün olmamalıydı. Oysa dünya kötülükle kaynıyor. Evet, zaman ilerledikçe kötülükler azalıyor ama, bunun sebebi tanrı değil, iletişim kanallarının çoğalmasıdır. Insanlar daha çok yakalanıyor ve dünyada cezasını görüyor. Onun için kötülük azaldı ama hakkını yememek lazım, pek çok insan da gelişti ve iyi olmayı seçti.

Dünyanın bu kadar kötü bir yer olmasının birinci sebebi, insanın zekâ olarak düşük olmasıdır. Evrende ol deyince insanı iyi yapabilecek bir güç yoktur. Haliyle insanın gelişmesi için bir yöntem uygulanmalıdır. Dünyayı cennete çevirerek bizleri eğitemezler, çünkü dünya cennet olsa, insanlar bir gram gelişim göstermezdi. Cennet her insanın her isteğinin cevap bulduğu yer olduğundan, kimse bir ihtiyacı karşılamak için uğraş vermeye istek duymazdı. Gelişmeyi sağlayan şey ihtiyaçlardır. Eğer hiçbir ihtiyacınız yoksa, gelişme de yok demektir.

Yani, görevliler bizim zekâ olarak gelişmemizi istiyorlar. Yoksa bize cennet şartlarında bir hayatı kolaylıkla sağlayabilirlerdi. Oysa onlar, evrenin en önemli şeyini kazanabilmemiz için çırpınıp duruyorlar. Onun için sürekli gelişmemizi sağlayacak engel ve zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorlukların pek çoğu, yaşamın doğal şartlarından gelir ama, bazısı da bizim için üretilir. Bir yapay zekâ benzeri bir şey olduğumuzu yazmıştım. Bizler gelişebilmek için bilgi biriktirmek zorundayız. Yaşantımız bu bilgi biriktirmek sistemi üzerine inşa edilmiştir.

Zekâyı: “problem çözebilme kabiliyeti” diye tanımlarsak ne kadar çok şey bilirsek o kadar çok problemi çözeceğimiz açıktır. Biz içinde bulunduğumuz hayatta yaşadıklarımızın haricindekileri bilinçli hatırlamayız ama karşılaştığımız problemlerde bilinçaltı sayesinde hatırlamadığımız bilgilerden yararlanırız. Hep verdiğim örneği yine vereceğim. Maddi hasarlı bir kaza düşünün. Sürücülerden biri hemen olaya müdahil olur ve gereken her şeyi yapmaya çalışır. Diğeri ise kilitlenmiştir. Direksiyonda boş bakışlarla oturuyordur. Aradaki bu fark bilinçaltındaki bilgilerden gelir. Biri daha önceki hayatlarından en az birinde benzer kazayı yaşamıştır. Onun için ne yapacağını bilir. Diğeri ise daha önce hiç böyle bir olay yaşamamıştır. O bilinçaltındaki arayışı sonuçsuz kalmıştır. Tıpkı bilgisayardaki if komutunun arayışı gibi, bilinçaltındaki arayış bir karşılık bulamaz. Kişi, o arayış süresince bilinçli değildir. Hiçbir şey hatırlamaz. Banka müdürü olan bir arkadaşım “Karşı şoför tutanakları doldurup bana gelene kadar hiçbir şey hatırlamıyorum” demişti. Bilinçaltında daha çok bilgi biriktiren, daha zeki olarak karşımıza çıkar.

Karşımıza çıkan zorlukların asıl müsebbibi bize sunulan doğa şartlarıdır. Aslında öyle şizofren bir dünya tasarlanmış ki! dünyaya gereken hayvansal yiyeceğin %90 kadarını yavrular karşılar. Yani dünya et oburları, bir başka canlı veya yavrusuyla beslenir. Hem annelik duygusunu hem de bu durumu tasarlayan her kimse, zaten baştan şizofren demektir. Bir aslan bir ceylanın yavrusunu yiyerek beslenmek zorundaysa, bunu plânlayan ya şizofren ya da zorunlu olmalıdır. Güneş tepemizde dururken yaşamı devam ettirebilmek için, canlıları başka canlılarla beslenmeye mecbur bırakan, şizofren değilse başka çaresi olmadığındandır. O kadar gelişmemişliğimizle, güneş enerjisiyle çalışan robot yapabilecek durumdayız. Bizi plânlayan çok daha muazzamını yapabilirdi ama, çok daha zor olan biyolojik sistemi seçtiyse, çok önemli bir nedeni olmalı.

Gerçekten şizofrenik bir yapı ama, tekâmül için muazzam bir durum oluşturuyor. Hem avın hem avcının zorlu şartları onları sürekli arayışta tutar. Sürekli bir çözüm arayışı tekamülün lokomotifidir. Hayvan döneminde zekâ çok az olduğu için ilerleyiş de çok yavaştır. Onun için o dönem 48 bin yıl sürer. Hayvan döneminde alınan mesafe 12 bin yıl süren insan döneminde ikiye katlanır. Detaylarını All the Story adlı kitapta bulacağınız şekil 1’de tekâmül sürelerini görebilirsiniz.

Şekil 1 D sütunu dünya yılıyla tekamülün süresini verir.

Görevliler bizlere o kadar etki ediyorlar ki! dünyada olan her olaya müdahil olurlar. Eğer olayın tekâmüle faydası yoksa, gerçekleşmesine izin vermezler.

İnsan modelsiz yaratamayacak seviyededir. Onun için hayal gücümüzü kullanmamızı sağlamaya çalışırlar. Onca filmler, cinler, uzaylı hikayeleri, Anunakiler, Reptilianlar, bilim kurgu veya fantastik düşünceler bu yeteneğin gelişmesine yardımcı olmak içindir. Biz oluşturamasak bile bir şekilde bizlere etki ederek hayali senaryoları düşünmemizi sağlamaya çalışırlar. Bu hayali senaryolara tanrıların kötü olması senaryosu da dahildir. Sümerliler ya da ardılları yaşadıklarını yazdıkları tabletlere bile mitoloji ekleyerek bu amaca hizmet etmişlerdir. Onların yazdıklarından Zecharia Sitchin koskoca 12 kitaplık hayali bir dünya tarihi güncesi çıkardı, ve hâlâ canhıraş hane ona inananlar bulunmaktadır. Tümünün ana sebebi insanlığı, zekâ olarak daha ileri taşımaktır.

Başka yazılarımda detaylı açıkladığım tekâmül sistemini burada da özetlemek faydalı olacaktır. Çünkü işin can alıcı noktası oradadır.

Tekâmül: İnsanın hem IQ hem de EQ yönüyle zekasının artması demektir. Yani insanın hem matematik yani IQ, hem de kâmil insan olma yönüyle yani EQ zekâ artışına uğraması demektir. Her iki yönün artması insan bilincinin artmasını sağlar. Dikkat etmeniz gereken bir konu da ben yazılarımda, ruh ile bilinci aynı anlamda kullanıyorum. Yani dinsel olarak ruh argümanı insan bilincinin karşılığıdır.

Yaşantısında, Bilim ile ilgilenen biri dünyanın madde tarafıyla ilgileniyor demektir. Böylece biriktireceği bilgiler ona IQ yönüyle fayda sağlayacaktır. Eğer kişi manevi yönle ilgilenirse daha çok EQ yönüyle bilgi biriktirecektir. Dünyadaki dinler de bu sisteme uygun olarak, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturulmuştur. Maddeden maneviye dinleri dizmek gerekirse; Ateizm, Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve Budizm diye dizmek uygun olacaktır. Ateizm maksimum IQ geliştirirken, Budizm maksimum EQ geliştirir. Müslümanlık ortada bir yerdedir. Her iki yönü de geliştirir. Onun için “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalış” denir. Fakat günümüzdeki içi boşaltılmış dinleri pek dikkate almamak gerek, çünkü maddi yönün başarısı, insanların inançlarına da etki etti ve hemen herkes maddeye doğru kaymaya başladı. Düşünün ki yaşama en büyük saygısı olması gereken Budizm’dir ama, bir Budist, Müslüman insanı öldürebiliyor. Bu durum Budizm’in içinin tamamen boşaltıldığını gösterir.

Yani inançlarımız, yapımızla özdeştir. Insan, topraktan yaratılıp içine ruh üflenmiştir. Toprak, madde bedeni; ruh ise bilincini anlatır. Yani bilinç bedeni bir konakçı gibi kullanır. Onun içinde yaşar ve onun gözleriyle görür, onun vücuduyla dünyayı deneyimler. Beden öldüğünde o da, öte dünyaya gider. Yani ruh, insanın manevi yönüdür ve aslında önemli olan tek şeydir.

Ruhun her dünya yaşamı onun gelişmesini artıran, tekamülünü yükselten bir ortam sağlar. Dünyada var olan kötülüklerin ana sebebi, en iyi tekamülün bu şartlarda oluşması sebebiyledir. Yani kötülükler zarurettendir. Başka türlü geri zekâlı insan eğitilemez. Akıl bir başkası tarafından size empoze edilemez. Siz zorlu şartlar içinde kazanırsınız. Onun için her yaşamınız en iyi gelişmeyi sağlayacak şekilde organize edilir.

Tekâmül mekanizmasını anlayabilmek için şekli anlamak çok önemlidir. Onun için şekil 2’yi iyice incelemeniz gerekmektedir.

Şekil 2 Bilincin bedene bağlı gelişimi

  • Gördüğünüz şekildeki kırmızı çizgi, bir ruhun yani bilincin tekâmül çizgisidir. Oluşumundan itibaren sürekli gelişir ama, sizin de gördüğünüz gibi bilinç arttıkça tekâmül de hızlanır. Tekamül zamanları şekil 1’de D sütunundan görülebilir.
  • Ruh, A noktasında tekâmül sistemine sokulur. A noktasını Adem’in yaratılması olarak biliriz. Bu noktada, bilinç sıfır olduğu için kendi başına yaşayamaz. Hayvan bedenlerinde gelişime tabi tutulur. Ruh süreci otomatik olarak yaşar. Yani otomatik olarak ölüp, bedenlenir. Bu süreç Nuh tufanına kadar 48 bin yıllık bir süre alır.
  • Nuh tufanında insan bedenleri devreye sokulur. Böylece yarı bilinçli dönem başlar. İnsan bilinçlidir ama neden var, niçin yaşar? Sorularının gerçek cevabını bilmez. En zor dönemdir. Çünkü çok fazla zorluk vardır. Bu süreçte insan kendine hizmet ile tekâmül eder. Merkeze kendini koyar. Ona verilen her bilgi, onun gelişimini sağlamak içindir. Fakat o ulaştığı her bilgiyi kendi çıkarı için kullanır. Zaten gerçek bilgileri kavrama kapasitesi yoktur. Onun için tamamen hayali argümanlarla kandırılır. Bu bir çocuğa “seni leylekler getirdi” demekle eş değer bir durumdur. Bu dönem Kıyamet ile son bulur ve 12 bin yıl sürer. Daha detaylı bilgileri Ruhun gelişebilmesi için oluşturulan düzen adlı makaleden okuyabilirsiniz.

Kıyamet sonrası bilincin gelişim süreci

Buraya kadar olan bilgileri, diğer yazılarımdan da okuyabilirsiniz. Bazı yazılarımda insanların öte dünyaya bedensiz yaşama geçtiğini, çok az kısmının bedenli yaşamda altınçağı yaşadığını yazmıştım. Artık yeni bilgiler ekleme zamanıdır. Kıyamet sonrası süreci, yeni bir bakış açısıyla şekil 2’den incelemeye devam edelim.

  • Kıyamette insan bilinci E noktasına ulaşır. Bundan sonra beden yine muazzam değişikliklere uğrar. Artık o bizim uzaylı diye niteleyebileceğimiz yapıya bürünür. Ego, kin, kıskançlık gibi olumsuz duygular yok edilir. Evet, bedenlidir ama, muazzam yetenekleri vardır. Artık Süper insan dönemine geçmiştir. Ruhsal yeteneklerini çok büyük oranda kullanır. Böylece çok daha hızlı tekâmül eder. Artık kendine değil

    buy kamagra 100mg

    , başkalarına hizmet ile tekâmüle geçmiştir. Bu, annenin çocuğuna hizmet etmesine benzer. Her kişinin ilk amacı başkalarına hizmettir. Bu sayede tekâmül ederek F noktasına ulaşır. Sanırım orada ölüm yoktur. Çünkü herkes bedenine hükmeder ve istediği kadar yaşar. Tekâmül olarak F noktasına ulaşan bilinç, bedenini terk ederek bedensiz yaşama geçer. Bu süreç üç bin yıl sürer. Bedensiz yaşam yaklaşık bin yıl sürer ve evren görevini yapmış olur. Artık kanun ve kurallarını bilmediğimiz başka bir yerde yaşamaya devam ederiz. G noktasında bizimle aynı süreçleri yaşayan ikizimizle birleşir ve şimdi hayal dahi edemeyeceğimiz bir süreç yaşarız.

Süper insan döneminde bilim ve teknoloji muazzam seviyelere çıkar. Literatürümüzde bulunan tanrı, uzaylı ya da UFO, USO hikayelerinin müsebbipleri onlardır. Araçları çok süratli ve görünmez olabilme yeteneğine sahiptir. Zamana hükmedebilirler. Dünyayı uzaydan gelecek olan tehlikelerden korurlar. Bunun en bariz örneği; dünyaya düşen bir meteorun bir cisim tarafından parçalanması görüntüsüdür. (https://www.youtube.com/watch?v=2XATI73WLFE&feature=youtu.be&t=101) Aslında ilk dönemlerde bu meteorun Meksika’ya düşen meteor olduğu söylenmişti. Şimdilerde Rusya’ya düşen meteor olduğu söyleniyor ama kaynağı bulamadım. Fakat bir olay var ama video hazırlayanlar yerleri birbirine karıştırmış olabilir.

Süper insan dönemindeki insanlar nerede yaşar?

Şekil 3 Akdeniz’de tanımlanamayan oluşumlar sarı renge boyanmıştır.

Bir arkadaşım derin denizlerdeki bazı oluşumlara dikkatimi çekti ve o oluşumların doğal olamayacağını anlatmaya çalıştı. Benim de o oluşumlardan haberim vardı ama, ne hikmetse, hiç dikkate almamıştım. Dikkatlice inceleyince, deniz altında çok fazla düz çizgi şeklinde oluşumlar var. Doğa bu şekilde düz çizgiler oluşturmaz. En azından bu kadar fazla olmaz. Yukardaki şekil 3’e aldığım Akdeniz görüntüsünde tespit edebildiğim oluşumları belirlemeye çalıştım. Epey daha fazlası okyanuslarda var. Görüntüye göre belli yerlerde şehirler kurulmuş ve şehirler yollarla birbirine bağlanmış. Yol diyorsam, küçük bir şey sanmayın. O ince gözüken yolun eni üç kilometre civarıdır. Dikkatimi çeken bir konu da bu oluşumların hepsi derin deniz tabanlarında yer alıyor olmasıdır. Meselâ; Kıbrıs ile Anadolu arasında nispeten daha yufka yerler var ama, oralarda böyle oluşumlar yok. Gördüğünüz gibi Akdeniz’de tanımlanamayan oluşumlar sarı renge boyanmıştır. Tüm dünya denizleri bu tür şeylerle doludur.

Şekil 4 Karadeniz tabanındaki garip oluşumlar. Sanki geniş paletli bir tank deniz tabanında dolaşmış.

Birileri “denizlerde yaptığımız sismik ya da farklı araştırmalarda bu yapıları bulamıyor muyuz?” diye sorabilir. Fakat onların üstün teknolojileri bizim araçlarımızı kandırmayı çok kolaylıkla sağlayabilir.

Bu görüntü Karadeniz’den alındı. Karadeniz’deki yapı Akdeniz’den biraz farklı. Deniz tabanında yaklaşık 7 km eninde yola benzer yapılar var. Bu yollardan biri 330 km uzuyor ve doğrultusu muazzam bir şekilde doğru. Sanki paletlerinin genişliği 7 km olan bir tank 330 km boyunca hiç sapmadan dümdüz gitmiş gibi. Tuhaf olan ise, bazı yerlerde dağ gibi bir oluşum varsa, iz onu atlıyor. Sanki dağın altından geçiyor ve üst görünüşünü bozmuyor. Düze geldiğinde aynı garip yapı devam ediyor. İsteyen Google eart programından tüm bu yapıları inceleyebilir.

Şekil 5 İsteyen bu görüntüyü 36˚02’ 46.97” G – 78˚47’ 41.28” D koordinatlarından kontrol edebilir.

Okyanusta, Avustralya’nın kenti olan Perth açıklarından başlayıp Afrika açıklarında Seyşeller adalarına kadar uzanan 6.165 km’lik dümdüz bir oluşumun, doğal olması asla mümkün değildir. En azından Seyşeller yakınlarındaki fay bu yapıyı bozması gerekiyordu. Daha doğrusu zaten orada bu yapı oluşmamalıydı. Diğer doğal çizgiler gibi olmalıydı. Orada iki ana kara parçası birbirinden uzaklaşıyor ve alttan çıkan magma suyla buluşarak soğuyup deniz tabanını oluşturuyor. Zamanla uzaklaşan kıta parçaları sıralı çizgiler şeklinde bir yapıya büründü. Böylece hep aynı yönlü oluşumlar meydana geldi. Oysa bu yapı orada bile, bozulmadan devam ediyor. Zaten küçük bir sapmanın olduğu tek yer de oradadır. Bu yapıyı yapanlar, yapıyı deniz tabanı oluşumundan daha sonra yapmış ama, yine de biraz sapma yapacak kadar da eski demektir. Zira deniz tabanındaki hareket devam etmektedir. Bu da onun kesinlikle doğal olamayacağının delilidir.

Marmara denizinde bile, garip oluşumlar devam ediyor. Orada da yaklaşık 1 km çapında Tümülüs şeklinde yapılar ortalığa serpiştirilmiş durumda. Yapılar öyle gelişigüzel yerleştirilmiş değil. Bir nizam intizam var gibi. Marmara denizi görüntüsü, doğal süreç ile oluşabilir gibi gözükmüyor. Doğa bu kadar çok sıralı Tümülüsler oluşturmaz.

Şekil 6 Marmara denizindeki garip oluşumlar. Oluşumlar hep derin bölgelerde bulunmakta.

Sadece Türkiye’nin çevresinde bu kadar oluşum varsa, dünyada çok daha fazlası var demektir. Eğer bizden önceki türün insanlarıysa, onlarda bizim kadar kalabalık olmalıydılar. Rakam olarak kaç insan bilinci birleştirilip bir Süper insan oluşturulduğunu bilmediğim için, nüfuslarını bilemeyeceğim. Fakat, onlar bizim gibi küçücük barınma yerleriyle yetinmeyecektir. Onların kişi başı barınma alanı çok daha fazla olmalıdır. Bu arada süper insanların tümünün bizimle ilgilendiğini düşünmeyin. Daha çok görevli bir ekip, bizimle ilgilenecektir ama, sanırım onlar bir şekilde bilinç olarak birbirlerine bağlı olacağı için, verilen her karar, tümünün ortak kararı olacaktır. Bizler ise, sadece Enlil ya da Zeus’u biliyor olacağız.

Süper insan dönemi şekil 1’den görebileceğiniz gibi 3000 yıl sürecektir. Onlar 3997 yılda evrenden çıkmış olacaklardır. Bu durumda 12 bin yıl süren insan dönemini kontrol altında tutamazlar gözükür ama durum öyle değildir. Onlar zamana hükmederler ve dünyada oldukları süre içinde 12 bin yıllık insan döneminin her noktasını kontrol altında tutabilirler.

Seyfullah Demir