Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

İnsanların ölüm anında neler yaşayabileceği konusunu, birinci elden duyduklarıma ve yakın çevremde yaşadıklarıma göre, değerlendirmek istiyorum.

Öncelikle bir tanıdığımın çocukluğunda yaşadığı bir olayı, aktarmakla başlayayım. Tanıdığımın annesi dahil, eşi, kardeşleri ve benim eşim, hep birlikteyiz. Anlatacağım hikâye, ben hariç meclistekiler tarafından bilinen bir hikâye. Çünkü yakınım bu olayın etkisiyle krizler yaşamış ve bu krizlerden uzun sürede ancak kurtulabilmişti. Onun için, bu olayı pek anlatmak taraftarı olmazlardı. Fakat o gün, her nedense söz oraya gelmiş ve olayı anlatmak istemişti. Bende, bir çocuğun yaşadığı bir olay gibi düşünüp, sırf muhabbete katılmak için, ilgili görünüyormuş gibi yapıyordum.

Olayı anlatırken, ne zaman, “Abbaslardan Muhammed Mustafa” sözünü duydum, bir anda ürperdim. İçimden soğuk bir rüzgâr geçti. Buz kestim. Anında canlandım ve kulak kabartmaya başladım. Ondan sonra sorular sorup, detayları anlamaya çalıştım. Çünkü olay sıradan bir hatıra değil, bir mesaj içeriyordu…

Bu arada hikâyede geçen “mezere” kavramını bilmeyenler için, açıklama yapmak istiyorum. Karadeniz’deki köylerde, özellikle yükseklerdeki köylerde, o dönemler, yarı göçebe hayat tarzı vardı. Hayvanlar kışın köyde, yazın yaylalarda bakılırdı. Yayla ile köyün arasında da mezereler olurdu. Kışın, hayvanlara yetecek kadar, ot biriktirmek gerekiyordu. Onun için, mezereler önemliydi. Çünkü otun en çoğu oradan elde edilirdi. Çayırlar tırpan ve orakla kesilir, otlar kurutulur ve depolanırdı. Bu işleme de çayırcılık denirdi.

Hikâyeyi yakınımın ağzından dinleyelim.

Dokuz yaşındayım. Köyde ailemle yaşıyoruz. Çayırcılık zamanı. Mezeredeki çayırların kesilme dönemi. Evde annem, babam, babaannem ve kardeşlerimle beraber yaşıyoruz.

Baba annem hariç herkes mezeredeki çayırları kesmek için mezereye gitti. Mezereler uzak olduğu için günübirlik gidip gelme imkânı yok. O zamanlar araç işi de çok az ve kesemize göre pahalı olduğu için, işlerimizi yürüyerek görüyoruz.

Annemler, küçük kardeşimi de alıp mezereye gittiler ve birkaç gün gelmeyecekler. Ben ve babaannem köyde kaldık. Köydeki işler bize kalmış oldu.

Akşam oldu, babaannemle yemeğimizi yedik ve yatmaya hazırlanıyoruz. Babaannem bulaşıkları kaldırdı ve kapıyı kilitledi. O dönemler elektrik olmadığı için, şişeli lamba kullanıyoruz. Şişeli lambanın titrek ışığı altında babaannem kafasını kaldırıp şaşkınlıkla evin ortasına doğru bakıp, biraz da çekinerek “Bismillahirrahmanirrahim” dedi. Ben ona baktım ve baktığı yönde biri varmış gibi, tavır göstermesine karşılık, ben kimseyi görmedim.

“Sen kimsin… Nasıl girdin eve?” dedi…

Bir cevap veriliyormuş, oda dinliyormuş gibi geldi bana. Biraz aradan sonra…

“Kılığından muteber biri olduğun belli ama, sen kimsin ve eve nasıl girdin?” Babaannem kapıyı biraz önce kilitlediği için, bu durum onun dikkatini çekmişti. Çünkü kapı hâlâ kilitliydi.

Baba annem bir daha “sen kimsin?” sorusunu sordu ve kısa bir duraklamadan sonra “Abbasların Muhammed, Mustafa” diye kendi kendine, kelimeleri hece hece söyleyerek mırıldandı. Düşünceli tavırla, “Ben Abbasların Mustafa’yı tanırım. Sen ona benzemiyorsun” dedi. Bir müddet daha evin ortasında bir insan yüksekliğindeki noktaya baktı. Yavaş yavaş sorgulayıcı tavrı teslimiyetçi bir tavra döndü ve sakinleşti. Artık sessizdi ve düşünceli bir tavırla bana baktı. Epey bir süre düşündükten ya da konuşulanları dinledikten sonra bana döndü.

“Kızım şimdi yatacağız. Sen benim ayaklarımda yatarsın. Ben bir daha uyanmayacağım. Ama ben seni hep duyacağım. Merak etme

, sana cevap veremeyeceğim ama, burada olduğumu bil. Ben, her söylediğini duyacağım. Gün ışıdığında Hafize’lere gidip haber verirsin. Unutma kapının arkasında olan keseri mutlaka al. Köpek gelirse, onunla onu korkutursun.”

Hafize, en yakın komşu. Köpekleri var ve yakınım köpeklerden korkmaktadır. Karadeniz’deki köylerin yapısı gereği, evler birbirinden uzak olduğu için, pek seslenme mesafesinde ev bulunmaz.

Yakınım, sabaha kadar ölmüş babaannesinin yanında yatmak zorunda kaldı ve bu durum onda bir travma yarattı. Uzun bir süre tedavi görmek zorunda kaldı.

“Babaannen ölürken ses falan yaptı mı?” diye sordum.

“Hayır, ne zaman öldüğünü anlamadım ama, sadece bir kere, derin bir nefes aldı. Sonrasında daha ses ya da hareket yapmadı.”

Yakınım o konuşmalardan babaannesinin o gece öleceğini anladı ve bu onda derin izler bıraktı. Sabaha kadar uyumadı ve ilk gün ışıdığında keseri alıp en yakın komşuya babaannesinin öldüğünü söyledi.

Benim bu olaydan bu kadar etkilenmemin ise “Abbasilerden Muhammed Mustafa” denen kişinin peygamber olması sebebiyledir. Köyde Abbaslar diye bir sülâle ve o sülâlede de Muhammed isminde biri var. Fakat yakınımın babaannesi, bu kişiyle durumu karıştırmasına rağmen, sonradan gelenin kim olduğunu anlayınca sakinleşti. Çocuğu, elinden geldiğince sakinleştirmeye çalıştı.

“Babaanne nasıl bir insandı” diye sordum. Cemaatte olan herkes “ölenin arkasından kötü konuşulmaz” sözü gereği, susma ihtiyacı hissetti. Yalnız yakınımın annesi yani babaannenin gelini, epey bir aradan sonra “çok titizdi” diyebildi. Çok da iyi biri olmadığı izlenimi edindim.

İkinci olayı ise, direk ben yaşadım. 2019’un sonlarıydı. Annem uzun zamandır ciğer hastasıydı. Son dönemlerde kötüleşmeye başlamıştı. Önce doktor olan oğluma götürüp genel bir kontrolden geçirttim. Ciğerleri harici derdi yoktu ve ciğerleri için de yapacak bir şey yoktu. Zaten ilâç kullanıyordu ve kullanmaya devam edecekti.

Fakat gittikçe nefes sorunu artmaktaydı. Yine bir gün, doktordan eve gelirken, birden fenalaştı. Ambulansla acile kaldırdık. Acilde gerekli tetkiklerin yapılması için uğraşıyoruz. Annem bazen bilincini kaybediyor bazen bilinçleniyor. Sorulan sorulara verdiği cevaplardan durumunu anlayabiliyorum. Sorulan sorulara bazen cevap veriyor, bazen vermiyordu. Cevap vermediğinde bilinci gitti diye düşünüyordum.

Ölmeye yaklaşmış insanların, ölmüş yakınlarını gördüğünü bildiğim için 1997’de ölmüş olan babamı kasten.

“Anne, babamı gördün mü hiç?” dedim. Gülümseyerek “evet” dedi. “Başka kimi gördün” dedim. “Mustafa ağabeyimle, babamı” dedi. Dedem çok olmuştu ama adı geçen dayım yakın zamanda ölmüştü, daha doğrusu teyzem hariç üç dayım da ölmüştü. İki kız kardeş kalmışlardı. Yani diğer kardeşleri de ölmüş olmasına rağmen, en sevdiği Mustafa ağabeyiyle babasını görmüştü. Fakat babamın onun üzerinde çok daha etkisi olduğunu biliyordum. Onun için ölümünün yakın olup olmadığını anlayabilmek için:

“Babam yanına geldi mi?” diye sordum.

“Hayır, baban uzakta duruyor” dedi.

Biz bu konuşmaları yaparken doktorların sürekli müdahaleleri olduğu için, konuşmamız sürekli kesildi.

Sonra bir ara üst başını düzeltmeye çalışır görünce, “hayrola anne” dedim.

“Ağabeyim kızdı, ‘ne sere serpe yatıyorsun, kendini topla’ dedi bana.”

Ondan sonra yoğun bakıma yattı. Arada görüşme imkânımız oldu ama, bir daha bu tür sorular sorma imkânım olmadı. Acile yatırılışın üzerinden bir ay geçtiğinde, babamın yanına gitti.

Ben babamın uzakta duruyor oluşu sebebiyle, hemen ölmeyeceğini anlamıştım ama, bir süre tayin edememiştim.

 Ben yakınımın yaşadığı hikâyeyi 8-10 senedir bilmekteyim. O kadar süre sonra neden bugün yazma gereği hissettiğimi de yazmak istiyorum.

Netflix’te “Ölümden sonra yaşam var mı?” adlı belgeselde pratisyen bir hekimin anlattıkları beni etkiledi.

Yaşlılar evinde çalışmaya başladığımda, HİV yüzünden ölmekte olan genç bir adam gördüm. Hemşire odasına gidip dedim ki: şu işlemleri ona yaparsak daha uzun yaşayabilir. Hemşire bakmadı bile. İşine devam etti.

-“Hayır, o ölüyor.” Dedi.

-“Neden?” dedim.

Başını kaldırmadan “Hayır o ölecek. Çünkü ölmüş annesini gördü” dedi.

-“Tıp Fakültesinde bu dersi kaçırmış olmalıyım” dedim. O da bana

-“Kapa çeneni, kendi bakış açın dışında bir şeylere de bak” dedi.

Aslında bu hikâyede bilmediğim bir şey söylenmemiş olmasına rağmen, etkilendim ve bu makale ortaya çıktı. Sanırım bu makale bir mesaj ve muhatabı da mesajı almıştır…

Benim mesajım ise, insanın iyi ya da kötü olması, onun nasıl öleceğini belirlemez. Yani kişi, çok zor can vermiş olsa bile, bu hiçbir şeye yorulamaz. Ayrıca ne peygamber, ne de melekler yani Azrail, insanları karşılamaz. İnsanı, onun rehber ruhu karşılar. Rehber ruh, kişiyi rahatlatmaya çalışır. Kişiye, en uygun kılığına girip, öte tarafa en sorunsuz şekilde götürmeye çalışır. Yani yakınımın babaannesi peygamber tarafından karşılanmadı. Onu karşılayan rehber ruhuydu.

Bu mantık tarzı, aynı şekilde Michael Newton’un Ruhların kaderi ve Ruhların Yolculuğu adlı kitaplarında da bulunmaktadır. Orada bir denek, geçmiş yaşamlarından birinde kilise papazıyken öldü. Kendisinin direk cennete gideceğini sanırken, karşısına bir cehennem zebanisi çıkınca, çok şaşırdığını belirtmişti. Sonra, rehber ruhunun ona muziplik yaptığını anladı. Rehber ruhu, hayattayken insanları din için, çok sıktığından, yani onların üzerine çok gittiğinden, bir ders vermek istemiş. Demek ki her insanın yaşantısı kendine özgüdür ve kimse başkasını değiştirmek çabasına girmemelidir. Kısacası kimseyi dini ya da inancı için eleştirmemeli ve onu değiştirmeye çalışmamalı.

Seyfullah Demir