Aslında Flynn etkisini anlatmadan önce Profesör Paul Bloom’un “Neden İnsanlar Farklıdır?” konulu dersinden iki paragraf okuyalım.

 [stextbox id=”grey”]

İkinci faktör ise, IQ’nun herhangi bir genetik farklılığın olmadığı durumlarda da büyük oranda değişebildiğini biliyoruz. Bunun en etkileyici örneği Flynn etkisidir. Flynn etkisi en çılgın buluşlardan birisidir. Flynn etkisi, insanların giderek daha zekileştiklerine dair bulgudur. Ortalamada ebeveynlerinizden çok daha zekisinizdir – ve IQ testleri bunu gizlemektedir. Saklamalarının nedeni de şudur. Bunu saklarlar çünkü ortalama olarak hep 100’ü alırlar. Yani eve geliyor ve babanıza “Baba, az önce bir IQ testi aldım. 120 aldım.” diyorsunuz. Ve babanız da “İyi iş, evlat. Senin yaşındayken ben 122 almıştım.” diyor, ancak her ikinizin de bilmediği şey, testin giderek daha da zorlaştığı. İnsanlar daha iyi yaptıkça, testi de zorlaştırmaları gerekti. Ve bu Flynn etkisi ile gösterilmiştir.

Bu çizgilerden birisi Amerikan diğeri Hollandalı… Hangisinin hangisi olduğunu bilmiyorum ancak meselenin özü, 1980 yılında 1950 yılının testine girecek olsanız, 1980 yılındaki ortalama bir insan 1950 yılının testinden 120 alırdı. Bunun anlamı, şu anda ortalama olan bir insanı alsanız ve onu yirmi yıl, otuz yıl geriye götürseniz ortalamadan çok daha başarılı olurdu. İnsanların neden daha zekileştiğini kimse bilmiyor ve buna dair çeşitli teoriler var. Aslında, bunun için okuma yanıtlarınızı görmeyi bekleyin. Ancak bunun gösterdiği, IQ herhangi bir genetik karşılığı olmadan birkaç on yıl içerisinde önemli ölçüde değişebilir. Ve bu da, insan grupları, var olan gruplar arasında görülen farklılıkların, Flynn etkisine yol açan çevresel etkenlerle aynı nedenlerden ötürü olma olasılığını da gündeme getirmektedir.

Profesör Paul Bloom: Psikolojiye Giriş; Neden İnsanlar Farklıdır?[/stextbox]

Gördüğünüz gibi Flynn etkisi öyle küçümsenebilecek bir konu değildir. Şimdi Flynn etkisi konusunu irdeleyelim.

James Robert Flynn; “İnsan popülasyonunun IQ düzeyinde, her on yılda bir yaklaşık 3 puanlık bir artış gözükmektedir” demektedir. Bu durumu anlattığı videodaki sözlerini aşağıdaki paragraftan da okuyabilirisiniz. Bu iki bilim insanı önemli konularda bana çok önemli bilgiler sağlamıştır.

 [stextbox id=”grey”]

2o. Yüzyılın bilişsel tarihine hızlı bir yolculuk yapacağız, çünkü bu yüzyılda zihinlerimiz dramatik bir şekilde değişti.  Bildiğiniz gibi, 1900’lerde insanların kullandığı araçlar değişti, çünkü günümüzde yollar daha iyi ve teknoloji daha ileri. Zihinlerimiz de değişti. Maddesel dünya ile uğraşan insanlar olmaktan çıkıp o dünyayı kendimize fayda sağlayacak şekilde analiz edeceğimiz oldukça karmaşık bir dünya ile karşı karşıya geldik ve  bu dünya bizi yeni zihinsel alışkanlıklar, yeni bir kafa yapısı geliştirmek durumunda bıraktı.  Bunlar arasında bu maddesel dünyayı sınıflandırmak mantık yönünden tutarlı ama varsayımları da ciddiye alan ne olabileceğinden ziyade, ne olduğunu merak ederek yeni soyutlamalar geliştirmek var.

Şimdi, bu çarpıcı husus zaman içerisinde önemli IQ artışları ile dikkatimi çekti. Muazzam bir artıştan söz ediyorum.  Yani IQ testlerinde yalnızca bir kaç adet doğru cevap artışından söz etmiyoruz. Testlerin icat edildiği zamandan bugüne her bir jenerasyon bir diğerine göre giderek daha fazla soruyu doğru yanıtlıyor. Gerçekten de eğer bir yüzyıl önceki insanları bu günün değerleri ile ölçeklerseniz ortalama IQ’ları 70 çıkardı.  Eğer bizi onların değerlerine göre ölçerseniz ortalama IQ’muz 130 olurdu.

Şimdi bu konu her tür soruyu beraberinde getirmekte: Yakın atalarımız zihinsel özürlülüğün eşiğinde miydi? Çünkü 70 normalde zekâ geriliğinin sınırıdır. Yoksa bizler neredeyse üstün yetenekli miyiz? Çünkü 130 da üstün yetenek sınırıdır. Şimdi ben diğerlerinden daha aydınlatıcı olan üçüncü bir seçeneği tartışmaya açacağım. Bunu gözünüzde canlandırmak için diyelim ki bir marslı Dünya’ya geldi ve yok olmuş bir medeniyet buldu. Bu marslı bir arkeologdu ve insanların atış yapmak için kullandığı hedef çizgilerini buldu. Öncelikle 1865 yılına baktılar ve bir dakika içinde insanların hedefin merkezine tek bir mermi atabildiğini gördüler. 1898’de ise bir dakika içinde hedef merkezine beş mermi isabet ettiriyorlardı.  1918’de ise bu sayı 100’e çıkıyordu. Başta arkeolog oldukça şaşırdı ve “Bakın,” derlerdi, “bu testler insanların ellerinin sabitliğini, gözlerinin keskinliğini ve silaha hakim olup olmadıklarını anlamak için tasarlanmış. Bu kabiliyet böylesi inanılmaz bir seviyeye nasıl gelebildi?” Yani, cevap olarak elbette biliyoruz ki Marslı savaş alanlarına bakmış olsaydı insanların İç Savaş esnasında yalnızca eski tip tüfekleri olduğunu görecekti, İspanyol-Amerikan Savaşı’nda mükerrer atışlı tüfekleri olduğunu, 1. Dünya Savaşı’nda ise makineli tüfeklerini. Başka bir deyişle, ortalama bir askerin isabetliliğini sağlayan gözlerinin keskinliği ya da elinin sabitliği değil, donanımı idi.

Şimdi kafamızda canlandırmamız gereken bu birkaç yüzyıl boyunca edindiğimiz zihinsel silahlar. Ve sanırım burada bize bir başka düşünür yardım edecek ki bu kişi de Luria. Luria bilim çağına girmeden hemen önce insanlara baktı ve bu insanların maddi dünyayı sınıflandırmaya direniş gösterdiğini gördü.  Onu kullanabilecekleri küçük parçalara bölmek arzusundaydılar. Varsayımsal olanı anlamak, ne olabileceği hakkında kafa yormak konusuna dirençli olduklarını gördü, ve soyutlamalarla, yahut o soyutlamaları mantık yoluyla anlamakla baş edemediklerini fark etti.

Şimdi size mülakatlarından bazı örnekler vermek istiyorum. Rusya’nın taşra bölgesinde insanlarla konuştu. 1900’lerde olduğu üzere onlar da yalnızca dört yıllık okul eğitimi almışlardı. O kişiye şöyle sordu: “Kargalarla balıkların ortak özelliği nedir?”

Arkadaş: “Kesinlikle hiçbir şey. Yani bilirsin bir balığı yiyebilirim. Kargayı yiyemem. Bir karga balığı gagalayabilir. Balık kargaya bir şey yapamaz” dedi.

Ve Luria “İkisi de hayvan değil midir?” diye sordu.

Adam: “Tabii ki değil. Biri balıktır, öbürü ise kuş.” Diye cevap verdi.

Ve özellikle bu somut nesnelerle ne yapabileceğiyle ilgilenmekteydi.

Sonra Luria bir başka kişiye gitti ve dedi ki: “Almanya’da hiç deve yok. Hamburg Almanya’da bir şehirdir. Hamburg’da deve var mıdır?

Adam: “Yani, şehir eğer yeterince büyükse, orada deve olması gerekir.”

Luria “Ama söylediklerim ne anlama geliyor?” Dedi.

Ve adam, “Yani belki orası küçük bir kasabadır, ve develer için yer yoktur.” diye yanıtladı.

Diğer bir deyişle konuyu somut bir problem olarak görmek dışında her seçeneğe kapalıydı. Develerin kasabalarda yaşamasına alışıktı, ve Almanya’da develerin olup olmadığını sorgulamak hususunda soyut veriden yararlanamıyordu.

Kuzey Kutbu’nda üçüncü bir mülakat daha yapıldı.

Luria: “Kuzey Kutbu’nda her zaman kar vardır. Kar olan her yerde ayılar beyaz renklidir. Kuzey Kutbu’ndaki ayılar ne renktir?” diye sordu.

Cevap: “Böyle bir durum tanıklık esasıyla belirlenmelidir. Eğer Kuzey Kutbu’nda bilge bir adam gelip bana ayıların beyaz olduğunu söylerse ona inanabilirim, ama benim gördüğüm tüm ayılar boz renkliydi.” oldu.

Şimdi, gördüğünüz üzere bir kez daha bu kişi günlük tecrübelerinden yola çıkarak somut dünyanın ötesine geçmeyi reddetti ve bu kişi için ayıların ne renk olduğu avlanmak açısından önemliydi. Bu konuya girmeye gönüllü değillerdi.

Biri Luria’ya şöyle dedi: “Gerçek problem olmayan bir şeyi nasıl çözebiliriz? Bu problemlerin hiçbiri gerçek değil. Onları nasıl ele almalıyız?”

Şimdi, bu üç kategori-sınıflandırma, soyutlamalarda mantık kullanma, varsayımsal olanı önemseme-gerçek hayatta bunlar deney odası dışında ne kadar fark yaratır? Size birkaç örnek vereyim.

Öncelikle bugün hemen hepimiz lise diploması alıyoruz. Bu demektir ki dört ila sekiz yıllık eğitimden 12 yıllık resmi eğitime geçmiş durumdayız ve Amerikalıların %52’si herhangi bir üçüncü derece eğitim alıyor.

Şimdi, yalnızca daha fazla eğitilmekle kalmıyoruz, bu eğitimin önemli kısmı bilimsel ve dünyayı sınıflandırmadan bilim yapamazsınız. Hipotezler öne sürmeksizin bilim yapamazsınız. Mantıksal olarak anlamlı hale getirmeden bilim yapamazsınız. İlkokul düzeyinde bile işler değişmiş durumda. 1910’da Ohio eyaletinde 14 yaşındaki çocuklara yapılan sınavlara bakıldığında, sosyal anlamda somut bilgiye değer verdikleri görülmüş. Bunlar, o zamanki 44-45 eyaletin başkentleri gibi bilgilermiş. 1990 yılında Ohio eyaletinde yapılan sınavlarda ise, tamamının soyutlamalar üzerine olduğu görülmüş. Bunlar, “Neden bir eyaletin en büyük şehri nadiren başkenttir?” gibi sorular. Ve sizin şöyle bir şey düşünmeniz beklenir: “Eyalet meclisi yerel olarak kontrol ediliyordur, onlar da büyük şehirlerden nefret ediyorlardır, bu yüzden büyük bir şehri başkent yapmak yerine kırsal bir yer tercih etmişlerdir. New York yerine Albany’i, Philadelphia yerine Harrisburg’ü seçmişlerdir.” Gibi gibi…

Yani eğitimin mahiyeti değişmiştir. İnsanlarımızı varsayımsal olanı önemsemek, soyutlamalardan yararlanmak ve bunlar arasında mantıksal bir bağlantı kurmak üzere yetiştiriyoruz.

Peki ya işgücü? Yani 1900 yılında Amerikalıların yüzde üçü zihinsel anlamda çaba gerektiren işlerde çalışıyordu. Yalnızca yüzde üçlük kısmı yargıç, doktor ve öğretmendi. Bu gün Amerikalıların %35’i beyin gücü gerektiren mesleklerle uğraşıyor, sadece yargıçlık yahut doktorluk veya bilim adamlığı ya da konuşmacı gibi gerçek meslekler değil, ama pek, pek çok alt meslek grubu, teknisyenlik gerektiren işler, yada bilgisayar programcılığı gibi. Günümüzde pek çok meslek beyin gücü talep ediyor. Ve modern dünyada işgücünün bu talebini zihinsel anlamda çok daha esnek olarak karşılayabiliriz.

Mesela sadece çok daha fazla kişinin zekâ gücü gerektiren işlerde çalışıyor olması değil. Meslekler de gelişti. Yalnızca birkaç konuda bilgisi olan 1900’deki bir doktorla modern dünyada yıllarca eğitim alan pratisyen ya da uzman bir doktorla karşılaştırın. 1900’de yalnızca iyi bir muhasebeciye ihtiyaç duyan ve işi çevre halkından kimin güvenilir olduğunu, kimin ev kredisini geri ödeyebileceğini bilmekten ibaret olan bir bankacıyı düşünün. Yani, dünyaya diz çöktüren ticari bankacılar ahlaki anlamda kusurlu olabilirler, ama zihinsel anlamda oldukça kıvraklardı. 1900’lerdeki o bankerin çok, çok ötesine geçtiler. Konut piyasası bilgisayarprojeksiyonlarını inceliyorlardı. Borcu aslında karlı bir varlıkmış gibi gösterebilmek için kredileri bir araya getirerek karmaşık teminatlı borç senetleri (CDO) almaları, (Kredi) Derecelendirme kuruluşlarının AAA reyting vermeleri için sağlam bir kılıf yaratmaları gerekiyordu. Gerçi pek çok vakada derecelendirme kuruluşlarına rüşvet verdiler. Tabii ki insanlara bu sözde varlıkları kabul ettirmeleri ve hayli zayıf olmalarına rağmen bunlar için para ödemelerini sağlamaları da gerekiyordu.

Ya da bir modern çiftçiyi ele alalım. Ben 1900’lerdeki bir çiftlik kâhyasını günümüzden çok farklı görüyorum. Demek istediğim, sadece zihinsel efor gerektiren mesleklerin artışı değil konu. Aynı zamanda doktorluk, avukatlık ya da benzeri mesleklerin gelişmesinin zihinsel becerilerimizin artmasını gerektirmesi. Fakat yalnızca eğitimin işgücünden söz ettim. Oysa 20. Yüzyılda geliştirdiğimiz bazı zihinsel alışkanlıkların beklenmedik başka alanlarda da getirisi oldu.

Ben esasen ahlak filozofuyum. Psikolojide neredeyse hiç tatil yapmam ve genelde beni ilgilendiren konular ahlaki tartışmalardır. Şimdi, son yüzyılda Amerika gibi gelişmiş uluslarda ahlaki tartışmalar hararetlendi çünkü varsayımsal olanı önemsiyoruz, aynı zamanda evrensel olan şeyleri de önemsiyoruz ve mantıklı bağlantılar arıyoruz.

1955 yılında, Martin Luther King gündemdeydi, üniversiteden eve geldiğimde, ki tabi pek çok insan da evlerine gitmişti, ebeveynlerimiz ve aile büyüklerimizle karşılıklı tartışmalar yaşadık. Babam 1885’te doğmuştu. Ve az da olsa ırkçı bir eğilimi vardı. Bir İrlandalı olarak İngilizlerden o kadar çok nefret ediyordu ki başkalarına da sempati beslemiyordu. Ama siyahi insanların ikinci derecede olduğuna dair bir görüşü vardı. Ve ebeveynlerimize, aile büyüklerimize “Yarın siyah olarak uyansanız ne yapardınız?” diye sorduğumuzda bunun ağzımızdan çıkan en saçma şey olduğunu söylediler. Kim sabah kalkıp da siyah olmuş birini gördü? Diğer bir deyimle, somut olan ayrıntılar ve yaklaşımlarda takılıp kalmışlardı. Varsayımsal olanı önemsemiyorlardı, ve soyutlama olmaksızın ahlaki bir tartışmayı kazanmak çok zordur. “Varsayalım İran’dasın, ve diyelim ki akrabaların hiçbir yanlışları olmamasına rağmen zarara uğratıldılar.” gibi şeyler söylemen gerekir. “Bu konuda ne hissederdin?” Ve üst jenerasyondan bir kişi “Devlet bizim bakımımızı üstlenir, dolayısıyla onların devleti de onları gözetmeli!” dediğinde varsayımsal olanı önemsemek istemiyorlar demektir. Yahut kızına tecavüz edilen Müslüman bir ülkedeki bir babayı ele alalım. O adam gururu gereği kızını öldürmek durumunda olduğunu hisseder. Yani ahlaki değerlerini miras aldığı maddi varlıklar olarak değerlendirmektedir. Ve bunlar mantık yoluyla değiştirilemezler. Onlar sadece miras edinilmiş ahlaki inanışlardır. Bugün ise şöyle bir şey söylerdik: “Bayıltılıp tecavüz edildiğini düşün, öldürülmeyi hak eder miydin?” ve o da “Tabi Kuran’da böyle bir şey yok, bu değerlerimden biri değil.” derdi. Bugünlerde değerlerinizi evrenselleştiriyorsunuz. Soyutlamalar olarak ifade edip mantık kullanıyorsunuz. “İnsanlar gerçekten bir sebeple suçlu değilse acı çekmemeli” gibi bir prensibiniz varsa, siyah insanları hariç tutmak için bu prensibe istisnalar getirmek zorundasınız, değil mi? “Yani, konu sadece tenin siyahlığı olmamalı,” demelisiniz, “sadece bu yüzden acı çekilmemeli. Zenciler bir şekilde kusurlu olmamalılar.” Ve sonra ampirik bulguları devreye sokarak “Yani Aziz Augustine ve Thomas Sowell da zenci ise, tüm siyahları nasıl kusurlu varsayabiliriz?” diyebiliriz, değil mi? Bu şekilde ahlaki tartışmayı yürütebiliriz, çünkü ahlaki değerleri somut oluşumlar olarak değerlendirmiyor oluruz. Onları mantıkla tutarlı şekilde işleyerek evrensel olarak değerlendirmekteyizdir.

Şimdi bu konu IQ testlerinden nasıl ortaya çıktı? Bilişsel tarihle ilgilenmeme sebep olan budur. Eğer IQ testlerine bakarsak belli noktalarda kazancın daha büyük olduğunu görürüz. Wechsler zekâ testinin alt testinden biri sınıflandırma konusundadır ve sınıflandırma alt testinde müthiş gelişmeler kaydettik. IQ testinin bir diğer parçası soyutlamalarla ilgili mantık yürütme üzerinedir. Kiminiz belki Raven’ın ‘Kademeli Matrisler’ testini almıştır. Tamamen kıyaslamalar üzerinedir. 1900’de insanlar basit çıkarımlar yapabiliyorlardı. Yani onlara “Kediler vahşi kedilere benzerlik gösterir, peki köpekler neye benzer?” deseniz “Kurtlara” derlerdi. Fakat 1960’a geldiğimizde insanlar Revan’ın testini çok daha ileri bir düzeyde cevaplıyorlardı. “İki karenin ardından bir üçgen geliyorsa, iki dairenin arkasından ne gelir?” diye sorduğunuzda “Yarım daire” yanıtını alırdınız. Üçgeni yarım bir kare olarak düşünürsek, yarım daire de tam dairenin yarısıdır. 2010’a gelindiğindeyse “Eğer iki yarım dairenin ardından bir tam daire geliyorsa, iki tane 16’nın ardından ne gelir?” sorusuna ‘8’ yanıtı veriliyor, çünkü 8, 16’nın yarısıdır. Yani somut dünyadan öylesine ileri gittiler ki sorunun içinde yer alan sembollerin görünüşünü bile göz ardı edebiliyorlar. Şimdi oldukça cesaret kırıcı bir şeyi söylemeliyim.

Her konuda bu derece aşama kaydetmedik. Modern dünyanın karmaşıklığıyla uğraşmayı isteyeceğimiz bir yöntem ise siyaset. Ancak üzücü bir şekilde yüksek ahlaki değerleriniz olsa da, sınıflandırma yapabiliyor, soyut kavramlar üzerine mantık yürütebiliyor olsanız da eğer kendi ülkenizin ya da diğer ülkelerin tarihini umursamıyorsanız siyaset yapamazsınız. Genç Amerikalılar arasında yükselen bir trend olarak giderek daha az tarih ve edebiyat ve yabancı memleketlerle ilgili yazı okunduğunu gördük, ve temelde tarihdışılar. “Şu an” denen baloncukta yaşıyorlar. Kore savaşı ile Vietnam’daki savaşı ayırt edemiyorlar. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika’nın müttefikleri kimdi bilmiyorlar. Eğer her Amerikalı Batı ülkelerinin Afganistan’a çeki düzen vermeye beşinci gidişi olduğunu bilseydi Amerika’nın ne kadar farklı bir yer olacağını düşünün ve önceki dört seferde tam olarak ne olduğunu.

Odur ki, zaten ülkeyi pek terk etmemişlerdir. Ve aslında bulabilecekleri bir şey de yoktu. Ya da çoğu Amerikalı son altı savaşımızın dördünde bize yalan söylendiğini bilselerdi bazı şeylerin ne kadar farklı olacağını düşünün. Yani işte İspanyollar Maine’de savaş gemisi batırmadılar; Lusitania pek de masum bir gemi değildi, mühimmat yüklüydü; Kuzey Vietnamlılar Yedinci Filo’ya saldırmadı; ve tabii ki Saddam Hüseyin El Kaide’den nefret ediyordu ve onlarla bir alakası yoktu ve onları darağacında sallandırabilirdi. Ancak yönetimimiz insanlarımızın %45’ini onların silah arkadaşı olduğuna ikna etti.

Yine de konuşmamı kötümser bir şekilde bitirmek istemiyorum. Asiller zümresi ortalama insanın yapamayacağını, kendilerinin zihniyetini yahut zihinsel kabiliyetlerini paylaşamayacağını düşünürken, 20. Yüzyılda şimdilerde farkına vardığımız üzere müthiş bir zihinsel gelişme yaşandı. Lord Curzon bir zamanlar Kuzey Denizi’nde yüzen insanları gördüğünde “Alt zümrenin vücutlarının beyaz olduğunu bana neden kimse söylemedi?” diye sormuş. Sanki onlar sürüngenlermiş gibi.

Yani, Dickens hem haklıydı, hem de haksız. (Doğrusu: RudyardKipling) (Kipling) demiş ki “Albay’ın karısıyla Judy O’Grady tenin altında kardeştirler.”

[/stextbox]

Biliyorsunuz yazılarımda insanlığın sürekli bilinçlendiğini yazmaktayım. Ve bu bilinçlenmenin hem IQ hem de EQ olarak gerçekleştiğini söylüyorum. Yukarıdaki videoda daha çok IQ gelişiminin analizini bulabilirsiniz.

Bu videonun en önemli sonucu; insanlığın sürekli akıllandığı düşüncesidir ki bunu sürekli anlatıyor olmama rağmen ciddi bir bilimsel araştırmaya rastlamamıştım. Bu video tam da bu konuyu işliyor. Araştırmanın ana konusu olduğu için benim değil, Flynn’in çıkardığı sonuç olarak kabul edilmelidir. Ben, bu konuşmada gördüğüm daha farklı yan sonuçlarından bahsedeceğim.

  1. Bu videoya göre geçmişte, daha çok insanlık IQ olarak gelişmekteydi. Çünkü EQ geliştirebilmek için bile, belli bir seviyede IQ geliştirmek zorunludur. Onun için insanlık elle tutulur gözle görülür şeylerle ilgilenirdi. Soyut şeylerden hoşlanmazlardı. Onun için “varsayımsal olan bilgiyi” yok varsayma eğilimindeydiler. Örneğin kişiye Almanya’da deve yoktur varsayımıyla bir soru sorulduğu halde kişi, varsayımı görmemezlikten gelme eğilimindedir. Kişi için her şey soyut olmalıdır. Yazarın şu tespiti önemlidir. “Yani eğitimin mahiyeti değişmiştir. İnsanlarımızı varsayımsal olanı önemsemek, soyutlamalardan yararlanmak ve bunlar arasında mantıksal bir bağlantı kurmak üzere yetiştiriyoruz.”Bunun nedeni insanların soyut şeyleri anlayıp sonuç çıkarabilecekleri seviyeye gelmiş olmalarıdır.  Yoksa insanlık o seviyeye gelmeden eğitim sistemi o yöne evrilemezdi.
  2. Videodaki bilgilere göre geçmişteki insanlar, soyut şeylerden pek hoşlanmadığı için sembollerden de hoşlanmazlardı. Bu tüm dünyanın ortak sorunu olmasına rağmen İslam bu konunun mağduru durumundadır. Kuran sembolik dille yazıldığı için geçmiş dönem insanları tarafından doğru anlaşılamadı. Tefsirciler de bu açmazı peygamberin sözleriyle gidermeye çalıştılar. Onun sonucu bu günkü İslam anlayışı oluşmuştur. Oysa günümüzdeki pek çok insan mevcut İslam’ın Kuran’la pek ilgisinin olmadığını söyler. Günümüzde bile pek çok insan soyut şeylerden haz etmez. Bunun sonucu olarak İslami bir tartışmada Kuran en son başvurulan kaynaktır. Öncelikle somut şeyler söyleyen eski âlimlerin bilgilerine başvurulur. Çünkü onlar açıkça söyler, oysa Kuran ima eder. Onun için de kaynaklık ettiği inanç için bile birinci derecede delil olamamıştır. Sembolik dilin sonucu olarak yorumcular için, sünnet dediğimiz peygamberin sözleri çok değerli kabul edilmiştir. Çünkü kişilerin Kuran’da göremediği şeyi somut hale getirdiğini düşünmektedirler. Konuyu buradan daha detaylı okuyabilirsiniz.
  3. Özellikle “Her konuda bu derece aşama kaydetmedik.” cümlesiyle başlayan paragraf günümüz insanının en büyük zaafını anlatmaktadır. İnsanlarımız özellikle de gençlik tarihle ilgilenmemektedir. Bunun sonucu olarak doğru tahliller yapamadığı için kullanılabilmektedir. Videoda verilen Saddam örneği durumu tam olarak anlatmaktadır. Amerika’daki bir güç Amerikan halkına Saddam’ın teröristlerle silah arkadaşı olduğu algısı oluşturulmuş ve o kişilerin Irak’taki çıkarlarını gerçekleştirmelerine vesile olmuşlardır. Görüldüğü gibi günümüz savaşları algı yönetimi savaşları olacaktır. Sanırım bu gelişme zekâ gelişiminin olumsuz getirisidir. Fakat kolaylıkla üstesinden gelinebilecek bir durumdur. İletişim kanalları arttıkça algı yönetimi zorlaşmaktadır. Gerçi iletişim araçlarını ele geçiren güçler insanlığı istediği gibi yönlendirebilir ama tüm iletişim araçlarını bir gücün ele geçirmesi epey zordur. Fakat bu insanların önemli bir algısı da kendilerinin zeki ve aydınlanmış olduğunu, diğerlerinin geri olduğunu düşünmeleridir ki en tehlikelisi bu algıdır. Günümüzde Lord Curzon gibi ırkçı düşünen yok ama kendisinin en doğruyu bildiğini, diğerlerinin aklının yetmediğini düşünen pek çok insan var.
  4. Profesör Paul Bloom’un dersinden alıntıladığım satırlarda çok güzel bilgiler var. “İnsanların neden daha zekileştiğini kimse bilmiyor” ve “IQ’nun herhangi bir genetik farklılığın olmadığı durumlarda da büyük oranda değişebildiğini biliyoruz.” Cümleleri can alıcı değerdedir. Fakat yanlış anlaşılmasın yaşayan bir insanın zekâsı on sene sonra 3 puan artar şeklinde anlaşılmasın. Nesiller arasında fark olmaktadır. İşte bu bilgilerin beni götürdüğü sonuç “zekâsı artan şey beyin değil insan ruhudur.” Öyle ya eğer insan tek hayat yaşıyorsa; nasıl olur da tek hayatta ebeveynlerinden daha zeki olur. Bunun açıklaması ancak ruhun tekâmül ederek sürekli gelişmesiyle anlaşılabilir. Eğer bir insan ebeveyninden daha zeki ise, bu onlardan daha fazla bir şeylerinin olması gerektiğini gösterir. Bu fazlalık onun yaşamış olduğu fazla hayatla açıklanabilir.
atlantisliler

Şekil 1 Yıllara göre hasat edilen insan türleri

  1. Flynn etkisi bir ruhun tek bir hayatta yaklaşık ne kadarlık bir zekâ artışı sağladığını tahmin etmemizi de sağlayabilir. Bir nesli, 50 yıl olarak kabul edersek; yüz yılda 30 puanlık IQ artışı demek, her neslin 15 puanlık artışı demektir ki bu rakam muazzam bir artış demektir. Aslında gerçek artış hızını bilebilmemiz çok zordur. Çünkü gerçek artışı anlayabilmek için, bir ruhun bir önceki hayatının hangi tarihte olduğunu ve o zamanki IQ seviyesini de bilmemiz gerekir. Yine de kabaca bir tahmin yapabiliriz. Fakat gerçek artışın 15 puanın epey altında olduğunu sanıyorum. İnsanlık yüksek puanlarla zekâ artışı yapabileceği seviyeye ancak gelebildi. Geçmişte zekâ artışı çok daha azdı. Çünkü zekâ artışı, daha önceki yazılarımda yazdığım gibi parabolik bir eğri takip eder. Şekil 1′deki parabol, durumu anlamayı kolaylaştırır. Şu andaki durumumuz kıyamet öncesi duruma denk gelir ki! Bu da nesiller arası IQ artışının bu kadar fazla olmasını açıklar. Yoksa artış hızını sabit alarak Newton’un embesil olması gerektiğini düşünmemiz gerekir.

Bu makalede incelediğimiz bilincin IQ yönüydü. Buna benzer bir artış da bilincin EQ yönünde vardır. Fakat EQ üzerine benim bildiğim bir araştırma yapılmadığı için onu değerlendirmem kolay değildir. Fakat benim tahminim EQ artışının IQ artışından daha fazla olması gerektiği yönündedir. En azından eşit olmalılar. Çünkü ruhlar hayvan dönemlerinde sadece IQ geliştirmiştir. İnsan döneminin ilk başlarında da çoğunlukla IQ geliştirmek zorundaydı. Çünkü EQ geliştirebilmek için belli bir seviye IQ olmalıydı. İnsanlığın EQ geliştirebilmesi için bile belli bir seviye IQ gerekir. Bu yüzden önce sadece IQ geliştirmeli. Sonra az da olsa EQ geliştirmeye başlamalı ve günümüzde EQ artış oranı IQ oranına eşit olmalı ya da onu geçmeli. Fakat insanlığın geneline baktığımda EQ yönünden epey geri olduğunu görebiliyorum. Bahsettiğim şey oran olduğu için yanılmayın. Oran olarak EQ, IQ artışından fazla olabilir ama EQ artışı IQ artışından çok sonra başladığı için epey geri olması doğaldır. Ayrıca EQ artışı öte dünyada da rahatlıkla olabilir. Onun için insanlığın kâmil insan olma yönüyle kıyamete hazır olmadığı düşüncesine -onun için- katılmıyorum. Öte dünyada yaşamamızı zorlaştıran şey IQ seviyesidir. IQ seviyesi yeterli olan her ruh, EQ olarak sıfır olsa bile öte dünyada yaşayıp tekâmüle devam edebilir.

Genlerde değişiklik olmadan zekânın artış sağlaması ruhun varlığına delil olabileceği gibi bunu destekleyen ikinci bir şey de insanlar ile şempanzeler arasındaki gen benzerliğidir. Bir insan ile şempanze arasındaki gen benzerliği %98 gibi inanılmaz bir rakamdır. Bilim, aradaki zekâ farkının %2’lik farktan kaynaklandığını düşünmektedir. Eğer ruhun varlığını kabul edersek aslında genlerin zekâyla bir ilişkisinin olmadığı anlaşılır. Zekâ farkının da ruhtan kaynaklandığı ortaya çıkar. Böylece benim savunmaya çalıştığım “dünya bilinç tarlasıdır ve ara ara bilinç hasadı yapılmaktadır” savı ciddi bir destek bulur. Diğer makalelerimde de anlatmaya çalıştığım gibi; insanlar hasat edildikten sonra dünyanın halifesi şempanzeler olacak ve bizim yaşadığımız her şeyi onlar da yaşayacak…

Seyfullah DEMİR