Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

İnsanlık kıyameti yaşayıp boyut atladığında, bu sürece katılamayacak insanlar da olacaktır. Yani üst boyuta geçemeyecek olanlar da olacaktır. İşte o insanların tekâmüllerini tamamlayabilmesi için dünyada yaşamaları gereken yerlere ihtiyaç duyulacaktır. Mevcut şehirler kullanılabilir diye düşünülebilir ama kullanılamazlar. Bunun nedeni makro felsefe mantığıyla yaşayacak olan o insanlar, faklı mantaliteye sahip olacaklardır. onun için bizim yaşam tarzımız onlara uymayacaktır. bizler ödül ceza sistemiyle ve geçinmek için çalışmak zorunda olduğumuz bir sistem içindeyiz. Oysa onlarda ödül ceza sistemi yok. Ayrıca geçinmek için çalışmaları gerekmeyecektir. Onların tek amacı olacak, o da tekâmül etmektir. Bu amacı gerçekleştirmek için, bütün sistem, o amaca hizmete yönelik hazırlanmalıdır. Yani binalar ve çevre, yardımcı unsurlar, ona hizmet edecek şekilde yapılandırılmalıdır. 

Kuran, dört tane cennetin olduğundan bahseder. Rahman 54 ayetinde “İki cennetin de devşirmesi yakındır” diyerek, ikisini diğer ikisinden ayırır. Bu söylemden, bu iki cennete yerleştirilecek olanların, diğer ikisinden daha önce tekamüllerini tamamlayıp, boyut atlayabileceğini anlayabiliyoruz.  Yani o insanların tekamül seviyelerine göre şehirlere yerleştirilecekler. Makro felsefe mantığına göre onuncu seviyeye gelen kişi, bir üst boyuta geçer. Buna göre altınçağda yaşayacak olanlar, seviye olarak dörde ayrılacak ve her bir gurup, bir şehre yerleştirileceklerdir.

Bu süreçleri organize edecek olanların olduğunu ve bu görevlilerin bizden önceki türden kalan görevliler olduğunu yazmaktayım. Ayrıca onların, tarihsel süreçten anladığım kadarıyla, pagan tanrıları olduklarını görebiliyorum.  O zaman, o altınçağ şehirlerinin de, dünyanın bir yerlerinde olması gerekir. En azından harabelerinden haberdar olmalıyız.

İlk ipucu, Kuran’daki cennet olduğunu söylemiştik. İkinci ipucumuz da yine kadim kaynaklardan gelir. Bunların içinde dinlerde vardır. Kadim anlatılarımıza göre insanlık, bin yıllık bir altınçağ dönemi yaşayacaktır. İncil, Vahiy 20’de şeytanın yakalanıp bin yıl kilitleneceğini yazar. Yaşeya 11’de, o dönemin tasvirini “kurtla kuzu bir arada yaşayacak” şeklinde yaparak, durumu özetleyen güzel bir tanım yapmaktadır. Tibet inancına göre insanlar sihirli güçlere sahip olacaktır. Bu dönemin anlatımı için çok başka daha tanımlamalar da kullanılmaktadır ama konuyu fazla uzatmamak için bu kadarla yetineceğim. 

Her ne kadar, bu tanımlamalar bizden sonra gelecek olan altınçağı anlatıyorsa da, bu döngü sürekli olduğu için, aynı şey bizden önce de yaşanmış demektir. Onun için bizden önce hazırlanmış olan bu altınçağ şehirlerinin harabelerini bulmaya çalışalım. Benim esinlendiğim bir kaynak da Sokrates’tir. O bizden önce yaşamış olanları Atlantisliler olarak tanımlamıştır. Bende o tanımı onun hatırına kullanmaktayım ama asıl Atlantis’in baş şehrini tanımlarken yaptığı “etrafı suyla çevrili kent” söyleminden etkilendim. Çünkü Ankor Wat şehrini incelerken binaların etrafındaki su yollarından ve suyun çok aktif süsleme aracı olarak kullanılmasından şüphelendim. 

Benim altınçağ şehrini tanıma konusunda, kendime edindiğim düstur şudur! şehir taş eserlerle dolu olmalı, yüksek teknoloji ve beceri ile yapılmış olmalıdır. Ayrıca muazzam derecede sanat eseri bulunmalıdır. Seyrettiğim bir belgeselde taş hariç, beton dâhil, hiçbir teknolojik eserin uzun süre yaşayamayacağı anlatılmıştı. O zaman bizim adaylarımız taştan yapılı eserlerden ise, bize kadar kalmışlar demektir. Günümüzde de yapılan sanat eserlerinin çoğunluğu taştan yapıldığına göre, aynı şey o zamanda geçerli olmalıdır. Bu eserler, hem göze batmamalı hem de göz önünde olmalıdır.

Dünyaya baktığımda, pek çok aday yer görüyorum. Zaten taş eserler konusunda geçmiş insanların peynir keser gibi taşları işleyebildiklerini, hatta muazzam vinçleri varmış gibi, bin tondan büyük kayaları taşıdıklarını görebiliyoruz. Daha demiri bile bulamamış bir medeniyetin, sırf hobi olsun diye taştan süper eserler yaptığını düşünmek, bana göre biraz saflık oluyor ama, ne yazık ki! şu anda dünyadaki genel kanı, bu yönde.

Demek ki önce taş eserlere bakmak durumundayız. Onlarda teknolojik bir beceri varsa onu aramakla başlayabiliriz. Pek çok eserde bunu görebiliyoruz. Taş eser deyince ilk akla gelen piramitlerdir ama, onların değerlendirmesini başka makalelerimde yaptığım için, onlardan bahsetmeyeceğim. İlk olarak Göbeklitepe’den başlayalım.

12 bin yıl önce insanlık çanak/çömleksiz neolitik dönemini yaşamaktaydı. İnsanlık avcı-toplayıcı yaşam sürmekteydi. Hayvanlar evcilleştirilmemişti. İnsanlık teknolojik hiçbir şeye sahip değildi. Kadınlar toplayıcı, erkekler avcıydı. Bu insanlar bir şekilde bu yaşamlarını değiştirip 1-2 km uzaklıktan 40-60 ton ağırlığındaki kayaları kesip taşıyarak bir tepeye dikmeye başlamışlar. Bunlara, bunu neyin yaptırdığını daha da önemlisi hangi düzenekle 60 tonluk taşları taşıyıp dikebildiklerini bilmiyoruz. Taşları nasıl yonttuklarını, göstermemeleri gereken sanatsal faaliyetleri nasıl gösterdiklerini de bilmiyoruz. İşin tuhafı, bilime göre 4,5 milyarlık dünya tarihinde bu olay ilk defa gerçekleşiyordu. Bunu sağlayan şeyin ne olduğunu da bilmiyoruz. En makul açıklama “tesadüf”…

Durumu hayalinizde canlandırabilmek için kum yüklü büyük bir tırın insanlar tarafından yokuş yukarı çekildiğini hayal edin. Tırın pek çok yerine insanlar dizilip tutabilir. Fakat bir kayaya en çok 15-20 kişi tutabilir. Olmayan iplerle çekildiğini düşünelim. Bu seferde tırın el freninin çekildiğini ve tekerleklerinin dönmediğini düşündüğünüzde bunun mümkün olmayacağını anlarsınız sanırım. Fakat yine de Göbekli Tepe bir altınçağ şehri olamaz. Çünkü, çok az ve acemice sanat var. Oraya daha çok, soyut sanat hâkim. 

Şekil 1 Bu kayaları böyle bir vinç olmadan nasıl taşıyıp yerleştirebildiler?

Baalbek kentinin yakınında 1050 ton ağırlığında bir kaya boylu boyunca uzanmaktadır. Daha büyüğü hemen yakındaki harabelerde duvar taşı olarak kullanılmış.  Günümüz teknolojisiyle bile bu kadar büyük taşları kaldırıp taşımak sorundur. Oysa onlar üç tanesini taşımış ve duvara yerleştirmişler. Birini de yolda düşürmüşler. Resmi tarih bu işi Romalıların yaptığını düşünüyor. Benim düşüncem ise Romalılar buldukları harabeleri onararak oraya yerleşmişler. O taşlar zaten oralarda idi. Burada da sanat var ama çağının önünde bir sanat yok. Fakat yüksek beceri var. O dönemde o kadar büyük kayaları nasıl hareket ettirdikleri konusu, henüz çözülemeyen bir gizem olarak devam etmektedir. 

Sacsayhuaman

Şekil 2 Bu kayaları nasıl böyle yanaştırabildiler. 

Peru Sacsayhuaman’da yapılmış olan taş işçiliği, görülmeye değerdir. Her ne kadar sanatsal olarak pek değerleri yoksa da, işçilik olarak muazzam bir kaliteye sahiptirler. Onlarca ton ağırlığındaki kayalar, öylesine birbirine yaklaştırılmış ki! aralarına kâğıt dahi girmez. Aynı yapı Machi Picchu’daki duvarlarda da vardır. Bu kadar hassas işçiliğin gereği bile belli değildir. Eğer yapılan duvarın amacı arkasındaki toprağı tutmak ise, normal bir duvar da yeterliydi. Amaç duvarın güzel yapılması ise, bu kadar muntazam yaklaştırmaya gerek yoktur. Birleştirmelerine gösterilen özen, ön yüzlerine gösterilmemiştir. Evet, duvar güzel olmuş ama, güzelliği oluşturan şey, birbirlerine muazzam oturmalarıdır. 

ankor

Şekil 3 İki kaya arasına su bile sızamaz.

Muazzam bir sanat ve taş işçiliği olan yer, Kamboçya’nın Ankor kentindeki Angor Watt tapınağı ve çevresidir. Bu kentte taş işlemek peynir kesmek kadar kolaymış gibi. Tüm kent, dağ, taş sanatsal eserlerle dolu. Bütün kentteki her detay taşla yapılmış. Zamanında hemen hepsi ya altınla kaplıydı ya da boyalıydı. Nette bulacağınız videolarda muazzamlıklarına hayran kalacağınıza eminim. Sözle anlatılacak gibi değildir. Fakat ben önemli bir özelliklerine vurgu yapmadan geçemeyeceğim. Hani Sacsayhuaman için taşlar arasına kâğıt girmez dedim ama, burada durum daha da ileri düzeyde. Şöyle düşünün, iki taş birbirine o kadar yakınlaştırılıyor ki! araya kâğıt değil, su bile sızamıyor. Sanki iki taş tek taşmış gibi algılanıyor. Elbette tüm birleşim yerleri öyle değil, özellikle kabartma yontmaları gereken yüzeylerde buna özen göstermişler. Resimdeki figürler üç ayrı kayaya oyulmuş. Birleşim yerleri belli olmaktadır. İki kayayı bu kadar hassas yanaştırmak ileri düzeyde tesviye araçlarının olmasına bağlıdır. Taşı taşa sürterek bu kadar muazzam bir yanaştırma yapılamaz. Zaten sanatsal olarak da bu insanlar muazzam iş çıkarmışlar.

Petra

Şekil 4 Petra kentinden bir eser.

Bu eserlere benzer bir de Petra kenti var. Petra kenti yek pare kayalara oyulmuş bir kenttir. Duvar yoktur. Muazzam bir işçilikle küçük bir şehir yapılmıştır. Fakat orada her şey görsellik içindir. Çünkü o muazzam eserlerin arkasında bir bina yoktur. Koca esere bakıyor ve arkasında muazzam büyüklükte odalar var sanıyorsun ama, çıka çıka tek bir oda ya da daha azı oluyor. Yani, asıl amacın, öndeki görüntü olduğu anlaşılıyor. Yani amaç sanattır.

Bu anlattıklarımdan benim anlayabildiğim, Ankor kenti ve Petra altınçağ şehri özelliklerine sahiptir. Özellikle Ankor kentinde Sokrates’in Atlantis’i anlatırken, önemle vurguladığı suya dayalı süsleme de mevcuttur. Baalbek ise sanatsal yönü eksik kalmasına rağmen benim görüşüm oradaki sanatçılar Petra’yı yapmışlardır. Yani Baalbek’deki eksik sanat Petra vasıtasıyla kapatılabilir.

Altınçağ şehirleri hem göz önünde, hem de gizli olmalıdır demiştim. Göz önünde olduklarını anladık. Şimdi de nasıl gizlendiklerini anlayalım. Normalde Ankor kenti de Baalbek’te, çok daha önceden yapılmıştır. Fakat sonradan bu kentlere insanları yerleştirip orayı yurt edinmelerini sağladıklarında, o eserler gizlenmiş oldu. Çünkü yüzlerce sene içlerinde yaşayan insanlar, kendi emek ve uğraşlarını da oralara kazıdıkları için, artık onların çok eskiden kaldığı gizlenmiş olur. Bu durum, Ankor kentinde ya da Baalbek’te çok belirgin değil ama, Machu Picchu’da durum çok belirgindir. Çünkü eskiden kalan ve altta olan duvarlar tam bir sanat ya da teknoloji harikasıyken onların üstünü tamamlayan duvarlar günümüz ustalarının eserlerine yakındır. Buradan anlıyoruz ki İnkalar buldukları yeri restore ederek yaşam alanına çevirmişlerdir. Bence aynı yöntem pek çok eserin gizlenmesi için kullanılmıştır. Nemrut dağındaki Tümülüs orada iken, Kommagene kralı Antiokos kendi eserlerini bırakarak oraya kimlik kazandırmıştır. Yani Tümülüs’ü o yapmadı ama, bizler o heykelleri yaptığı için, Tümülüs’ü de yapmıştır diye düşünüyoruz. Tarihsel olarak önceden kalan sadece taş eserler olacağı için, onlar üzerinde tarihlendirilme yapılamaz. Çünkü bir eserin üzerinde yapılacak tarihlendirme, ancak taşın yaşını belirler. Oysa bize gereken, onun sanat eserine çevrildiği tarihtir. Bunu yapabilmek için o eserler arasında o dönemlerden kaldığı düşünülen, organik bir şey olması gerekir. Haliyle, o tür her şey sonradan orada yaşayanlardan kalacağı için, eserler de onların sanılır.

Ankor kentini biraz incelemeye çalıştım. Elde ettiğim sonuç beklentilerimin çok ötesindedir. Kuran’da Semud kavmi dediği, bana göre Atlantislilerdir ve Kuran’a göre bu halk; [tooltip layout=”line” text=”Düşünün ki (Allah) Âd’dan sonra sizi hükümdarlar kıldı. Ve yer yüzünde sizi yerleştirdi: O’nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.” effect=”3″]Araf 74[/tooltip] ayetinde dediği gibi düzlüklerde saraylar, dağlarda ev yontuyorlar.  Gerçekten Kuran’ın dediği gibi harika taş binalar vardır. İncelediğinizde göreceğiniz gibi çok harika bir işçilik ve beceri sergilenmiştir. Çok büyük bir sürü yapay havuz vardır. En büyük yapay havuz 8.000×2.000 m ölçülerine yakındır. Merkez sayılabilecek bir yer yok ama en görkemli yapılardan biri Ankor Wat tapınağıdır. Tapınağın çevresinde su kanalları tıpkı sokratesin anlatımına benzemektedir. Tek fark havuzların dairesel değil kare olmasıdır. Ortadaki tapınağın hemen dışı da suyla çevrili idi ama sonradan bakım olmayınca kurumuş olduğu gözüküyor. Kenti yapanların suyu çok sevdikleri belli, her yerde su var. Sanki Kuran “Altlarından ırmaklar akan” diye tanımladığı cennet burasıdır. Ayrıca taşlara çok kolay şekil verebildikleri de gözüküyor. Geniş yolları, suyolları, şelaleler, havuzlarıyla tam bir modern şehirdir. Bu kenti ilk çağ insanının plânlamış olması mümkün değildir. Henüz dünyada tuvalet kültürü yokken o kentte mesire yerleri vardır. Doğa tahrip edilmeden geniş bir alan çok planlı bir şekilde kullanılmıştır. İçinde harika ölçülerle bir sürü heykel ve kabartmalar vardır. İnsanlar Roma

, Yunan, Sümer tanrıları gibi yarı çıplak gösterilmiştir. Üzerlerinde tunik benzeri örtü vardır. Tuniklerin tekâmül seviyesini gösteren giysiler olduğunu, MS 2150 kitabı yazmaktadır. Bu binaları kesinlikle tapınak olarak adlandırmak hatalıdır. Çünkü altınçağın yaşandığı bu yerde dinler ortadan kalkmıştır. Hatta orada, bu günkü anlamda bir yönetim de yoktur. Sadece tekâmülde daha önde olanlar, arkadakilere yardım ederler. Onlara yol gösterirler ve bunu bir emir şeklinde yapmazlar. Altın çağdakilere yol gösteren tekâmülü yüksek kişilerden biri de, Budha idi. O Budha daha sonra Budizmin kurulmasını sağlamıştır. Buda’nın heykeli ile Ankor kentindeki heykeller çok benzemektedir. Onun içinde bazı binaların tapınak olduğu hükmüne varmışlardır. Beni destekleyen en önemli verilerden biri de Budizm’de tanrı inancının olmamasıdır. Diğer bazı dinlerde olduğu gibi Budizm’de de bir kurtarıcı bekleme inancı vardır; çünkü Buda, dini tamamlayamadığını, kendisinden sonra âlemlere rahmet olmak üzere bir kişinin geleceğini, noksan işleri onun tamamlayacağını açıklamıştır. Bu “dini aslına döndürmek” ya da “gerçek Rab bilgisini yaymak”la aynı anlamdadır.

Seyfullah DEMİR

    •  
Machi Picchu
Ankor Wat
Petra