Neden dünya denilen bu gezegendesin? Merak ediyorsan oku…
Kuran neden doğru anlaşılamıyor?
Başlığa bakıp hemen itiraz edecek pek çok kişi olacaktır ama sanırım yazımı okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.
Türkiye’deki Kuran Mealleri konusunda rastladığım bir sorunu belirterek başlamak istiyorum. İstisnasız her mealde küçüklü büyüklü hatalar var. En çok yapılan hata da Kuran’da bir bütünlük oluşturmaya çalışanlar tarafından yapılmaktadır. Aslında Kuran bir nesir değil, şiir türü yazımdır. Ve ayrıca bir konu bir yerde işlenip bitmez. Bazen hiç ilgisi olmayan iki ayrı bilgi bir ayet içine sıkıştırılır. Bazen bir ayet içine birkaç bilgi sıkıştırılır. Hem de bu bilgilerin birbiriyle bağı olmayabilir. Bazen de bütünlük halinde hikâye işlenir.
Bana göre meallerin hatalı olmasının asıl sebebi Kuran’ı mevcut İslam inancına uydurma uğraşısıdır. Emeviler döneminde uydurma hadislerle başka bir İslam anlayışı oluşturuldu. Bu anlayış Kuran’dan cevaz almıyordu. Onun için başka kaynak yaratıldı. Hadisler türetilerek inanç farklılaştırıldı. O dönemlerde Kuran çok okunan bir şey değildi. Kuran okuyabilenler de, itiraz ettiklerinde konuya uygun bir ayetle durum geçiştirilmiştir. Cumhuriyet dönemine kadar süregelen dini eğitimi incelerseniz, Kuran işin en sonundadır ve nasıl yorumlamanız gerektiğini de size empoze ederler. Kuran Arapçasından okunması gereken bir ibadet veya ritüelden fazlası değildir. Genel yapı olarak âlim diye tanıdıklarımız dini konuda bir söz söyleyecek olduklarında öncelikle kendilerini desteklemek için “falan âlim” ya da “falan hoca şöyle dedi” diye delil gösterirler. Kuran önlerindeyken başka delil ararlar. Bu durum günümüzde epey azaldı ama geçmişte tam hâkim düşünceydi. Hatta bu konuda Ahmet Güner‘in ’Mevlana ve Mevlevilik‘ adlı kitabından küçük bir hikâye almak istiyorum. Benim düşüncelerimi Şems dile getirmiş.
[stextbox id=”grey”]
“Bir gün Konya‘da, zamanın usullerine göre bir din bilginine icazet veriliyor. Şehrin tüm âlimleri, şeyhleri oradadır. Merasimden sonra yapılan sohbette çeşitli meseleler tartışılıyor. Herkes fikrini belgelemek, doğruluğunu ispat etmek için geçmişteki büyük âlimlerden, velilerden, peygamberlerden nakiller yapıyor. Bir köşede bunları sessizce dinleyen Şems birden gazaba geliyor, ayağa fırlayıp bağırıyor:
–Ne zamana kadar başkalarının sözlerini naklederek övünüp duracaksınız?
-İçinizden niye biri çıkıp da, ‘Benim aklım, bilgim şöyle buyuruyor,’ diye söze başlamıyor?
-Tüm bu hadisler, tefsir ve hikmetler o geçmiş zamanın büyüklerinin sözleri. Onlar kendi şartları ve bilgileri içinde yorumlarını yapmış, sözlerini söylemişler.
-Siz bu günün insanlarısınız. Sizin kendinizden söyleyecek bir sözünüz niye yok.”
Bu görüş ve anlayış, Mevlana‘nın tüm bağlarından kopmasına vesile olmuş, ondaki, kanatlanmaya hazır ruhu tutuşturmuştu.”
[/stextbox]
Şemsin yakındığı durum günümüzde de azalmasına rağmen geçerliliğini sürdürmektedir. TV’lerde en tutulan hocalar anlatacaklarını rivayetler, aslı astarı olmayan hikâyeler ile süsleyerek anlatanlardır. Kişi kendi düşüncesini geçmişteki bir âlim ile desteklemek arzusundadır. Yoksa sadece kendi düşüncesiyse, pek itibar görmemektedir. Oysa günümüzde pek çok kişi Kuran’a çok farklı anlamlar yüklemektedir. Biraz da kişinin dünya görüşü, vereceği anlamı etkilemektedir. Artık kişiler görünen anlamın ardında ikinci bir anlamın olduğunu görmekte ve dile getirmektedir. Elbette herkes bu yeni yorumlara sıcak bakmaz. Statüko insanlığın genel bir hastalığıdır. Eski köye yeni adet hoş görülen bir durum değildir.
Geçmişteki insanların ağız birliği etmişçesine yaklaşık aynı sonuca ulaşması, buna karşın, son zamanlardaki yorumcuların farklı şeyler söylemesinin çok belirgin bir sebebi vardır. Buna sebep Flynn etkisidir.
FLYN etkisi: James Robert Flynn tarafından ortaya atılan bir düşüncedir. Düşünce ana iki temel gelişmeyi öngörmektedir.
- İnsan popülasyonu IQ düzeyinde, her on yılda bir yaklaşık 3 puanlık bir artış göstermektedir.
- Geçmişte insanlık soyut düşünmeyi başaramadığı için olayları farklı anlamlandırmaktaydı. Olayı anlayabilmek için somut bir olayla özdeşleştirmek durumundaydı.
İnsanlığın gittikçe akıllandığına şüphe yok. (Aslında bu durum daha sonra değineceğim çok önemli bir durumun göstergesidir.) Örneğin; Torun dijital aletlerle sörf yaparken bir dede açıp kapamaktan bile acizdir. Gerçi dedenin yaşam deneyimi çok ilerde olduğu için aradaki fark kamufle olur.
Asıl sorun geçmişte soyut düşüncenin revaçta olmadığı bilgisidir ki bu konuda yapılan çok az bir araştırma var. Flynn etkisini daha detaylı anlayabilmek için buradaki makaleden yararlanabilirsiniz. Ben o makaleden kısa bir pasaj alarak durumu özetlemeye çalışacağım.
[stextbox id=”grey”]
Şimdi size mülakatlarından bazı örnekler vermek istiyorum. Rusya’nın taşra bölgesinde insanlarla konuştu. 1900’lerde olduğu üzere onlar da yalnızca dört yıllık okul eğitimi almışlardı. O kişiye şöyle sordu: “Kargalarla balıkların ortak özelliği nedir?”
Arkadaş: “Kesinlikle hiçbir şey. Yani bilirsin bir balığı yiyebilirim. Kargayı yiyemem. Bir karga balığı gagalayabilir. Balık kargaya bir şey yapamaz” dedi.
Ve Luria “İkisi de hayvan değil midir?” diye sordu.
Adam: “Tabii ki değil. Biri balıktır, öbürü ise kuş.” Diye cevap verdi.
Ve özellikle bu somut nesnelerle ne yapabileceğiyle ilgilenmekteydi.
Sonra Luria bir başka kişiye gitti ve dedi ki: “Almanya’da hiç deve yok. Hamburg Almanya’da bir şehirdir. Hamburg’da deve var mıdır?”
Adam: “Yani, şehir eğer yeterince büyükse, orada deve olması gerekir.”
Luria “Ama söylediklerim ne anlama geliyor?” Dedi.
Ve adam, “Yani belki orası küçük bir kasabadır ve develer için yer yoktur.” diye yanıtladı.
Diğer bir deyişle konuyu somut bir problem olarak görmek dışında her seçeneğe kapalıydı. Develerin kasabalarda yaşamasına alışıktı ve Almanya’da develerin olup olmadığını sorgulamak hususunda soyut veriden yararlanamıyordu.
Kuzey Kutbu’nda üçüncü bir mülakat daha yapıldı.
Luria: “Kuzey Kutbu’nda her zaman kar vardır. Kar olan her yerde ayılar beyaz renklidir. Kuzey Kutbu’ndaki ayılar ne renktir?” diye sordu.
Cevap: “Böyle bir durum tanıklık esasıyla belirlenmelidir. Eğer Kuzey Kutbu’nda bilge bir adam gelip bana ayıların beyaz olduğunu söylerse ona inanabilirim, ama benim gördüğüm tüm ayılar boz renkliydi.” oldu.
Şimdi, gördüğünüz üzere bir kez daha bu kişi günlük tecrübelerinden yola çıkarak somut dünyanın ötesine geçmeyi reddetti ve bu kişi için ayıların ne renk olduğu avlanmak açısından önemliydi. Bu konuya girmeye gönüllü değillerdi.
[/stextbox]
Alınan pasajdaki örnekler, 1900 yıllarındaki insanların olayları, somut şeyler üzerinden değerlendirmek istediklerini göstermektedir. Elbette her şeyde olduğu gibi bu konuda da soyut düşünebilen küçük bir kesimin olduğu doğrudur ama ağırlıklı insan profili, somut düşünme eğilimindedir. Daha geçmişe gidildikçe soyut düşünebilen insan sayısı azalma göstermek durumundadır. Özellikle peygamberin dönemine gidildiğinde, soyut düşüncenin Arap çöllerinde pek yeri olduğunu sanmıyorum. Oysa Kuran’ın çok büyük bir bölümü sembolik bir dille yazılmıştır. Soyut düşünemeyen insan Kuran’ı anlayamaz. Ya da onu somut şeylere referans yaparak anlamaya çalışır. İşte geçmiş âlimlerin yaşadığı en büyük sorun budur. O âlimler ayetleri somutlaştırabilmek için hadisleri kullanmak istemişlerdir. Zamanında yazılmayan hadisler sonradan toplandığı için, içlerine çok fazla yalan ve yanlış girmiştir.
Aslında Hadis konusunda sorun, sadece doğru veya yanlışlığı değildir. Bence daha büyük sorun insanların yetersizliği yüzünden Peygamberin soyut düşünceyi somut hale çevirme zorluğudur. O zamanki insanların ortalamasına göre çevrilen ayetler soyut halde anlattıkları anlamı kaybederler. Anladığım kadarıyla Kuran’ı yazdıran güç onun soyut anlamıyla günümüzde anlaşılmaya başlayacağını bilerek öyle yazdırmıştır. Yani Peygamber soyut anlamını biliyor olsa bile, açıklamaması gerektiğini biliyordur. İnsanlığın kıyamete yakın soyut düşünce mertebesine yeni yeni geleceğini bilen kutsal mekânlar bu şekilde kıyamet insanlarına çok farklı mesaj göndermiş oldular. Bana göre Kuran’ın her çağa hitap etmesi bu anlamdadır. Özellikle [tooltip layout=”classic” text=”Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, ‘Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.’ derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.” effect=”1″]Ali İmran 7[/tooltip] ayetinde bahsedilen muhkem ve müteşabih ayet ayrımı bunu anlatıyor. Yani soyut olan ayetleri Kuran müteşabih olarak adlandırıyor. Soyut olan ayetlerin görülen manası yanında birde sembol diliyle anlatım vardır. Yine Kuran [tooltip layout=”classic” text=”Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer iç içe ikili mânalar ifade eden bir Kitap halinde indirmiştir…” effect=”1″]Zümer 23[/tooltip] ayetinde bu ikili yapıyı anlatır. Yani müteşabih ayetlerin görülen manaları yanında ikinci bir anlamının olduğunu, Kuran da söylemektedir.
Günümüzde de soyut düşünme pek çok insan için sorun teşkil etmektedir. Fakat günümüzde soyut düşünebilen insan sayısı eskiye göre çok daha fazla olduğu için Kuran’a sıra dışı yorumlar yapılabilmektedir.
Kuran’ın her çağa hitap eden yapısı bu özellikten kaynaklanmaktadır. İnsanlık geliştikçe onun sembolik dilini çözerek yeni bir anlam verebilecektir. Elbette eski insanların ona verdikleri anlamda kabul edilmek durumundadır. Fakat zamanı geldiğinde terk edilmelidir. İşte İslam’da yapılacak olan reform bu doğrultuda olacaktır. Aslında Kuran kendisi reform yapacaktır. Henüz herkes tarafından kabul edilmeyen bu sembolik yazılım gün geçtikçe hâkimiyetini artıracak ve geleneksel inancın önüne geçecektir. Çünkü yeni yorum çok daha akılcı ve gelecekte bilimin ulaşacağı bilgileri de kapsamaktadır. Zaten doğal gelişimin ulaşacağı bir durumdur. Onun niçin kaçınılmaz sonuç olacaktır. Ancak o zaman Kuran’ın Sâd 87 “O Kur’ân, bütün âlemler için bir zikir, bir öğüttür.” ayeti gerçekleşebilecektir.
Makalelerimin bazılarında Kuran’ın sembolik dilini çözebildiğim kadarıyla yazmaya çalıştım. O makalelerimi okursanız sıra yorumlardan çok başka şeyler söylediğini göreceksiniz. Kuran’ın sembolik dili çözüldükçe hepimiz çok şaşıracağız.
Gelelim işin can alıcı noktasına. Eğer insanlık her on yılda bir üç puan zekâ artışı yaşıyorsa bu nasıl mümkün olabilir? Bu sorunun cevabına bilim insanlarının verecek bir cevabı yoktur. Bilgi paylaşımının artmasının IQ ile ilişkisi yoktur. İnsanın daha çok şey biliyor olması onu daha zeki yapmaz, bilgili yapar. On yıl içinde beyinde evrimsel bir değişim olmadığına göre bu işin açıklaması yok gibidir. Ayrıca bilim, zekâ ile beyin büyüklüğünün ilişkisinin olmadığını biliyor. O zaman bu zekâ farkını yaratan nedir? İşte benim savunduğum ve makalelerimde anlatmaya çalıştığım ana konulardan birine delil olacak bir açıklamam var. İnsan tekâmül etmektedir. Tekâmül dediğim şey insanın hem IQ hem de EQ olarak zekâsının artmasıdır. Fakat zekâ beyinde değil, ona bağlanan ruhtadır. Beyin bir araçtır. Ruhun dünyasal deneyimleri yaşayabilmesi için biyolojik bir makinedir. Bu makine sayesinde ruh dünyadaki tüm olayları yaşar ve karşı tepkisini yine beyin aracılığıyla bedene yaptırır. Böylece ruh sürekli gelişir. İşte bu sayede insanlık her 10 yılda 3 puan zekâ artışına maruz kalabilmektedir. Evrimleşen ruh olduğu için teknolojik aletlerimizle beynimizde evrimsel bir gelişme göremeyiz.
Seyfullah DEMİR
yaklaşık 7 yıl önce
KUR’AN NEDEN DOĞRU ANLAŞILAMIYOR? Güzel bir soru. Lakin, bu soruya vereceğimiz cevap da anlaşılmayacak.
1) Çünkü iblis, secde gününde Allah’tan söz almış, kıyamete kadar kendisinin yaşatılması ve Ademoğlunu doğrudan saptırma çalışması yapabilmesi hususunda kendisine izin verilmesi konusunda. Bu izni alan iblis, bütün teknik taktiklerini kullanarak, insanları doğru olandan saptırmakta. Bu istikamette yaptıklarından biri de indirilen kitap ve sahifeleri bozmak değiştirmek. Kur’an’a kadar bunu fiziken başarmış, Kur’an’ın, Allah’ın özel koruması altında olduğu için, Arapça aslını değiştiremeyince, islam alimleri diye bildiğimiz kişilere etki ederek, meal ve tefsirler yoluyla Kur’an kelime ve kavramlarının anlamlarını değiştirmeyi başarmış. Çok net bir örnek: Âl-i İmran suresi 81’de Allah: “Nebilere kitap verdim.” buyuruyor. Ama islamı anlatan İslam Dini, İlmihal, fıkıh,… gibi kitaplarda, “Nebiler, kendilerine kitap verilmeyen elçilerdir” diye yazar. Bunun gibi bir çok Kur’anî kelime ve kavram, Allah’ın kasdettiğinden farklıdır.
2) Yunus suresi 7. ayette, “Bize ulaşmayı istemeyenler, âyetlerimizden gafildir” buyrulmuştur. Yani Kur’an âyetlerini bilebilmek, Allah’a vuslatı (ruhen ulaşma) isteme şartına bağlanmış.
3) Bir başka sebep: Kur’an’da bildirilen Kur’an’ı öğrenme ve yaşama sistematiğine uymamak. Bakara-151, Âl-i İmran-164 ve Cuma-2 âyetlerinde Allah,” Kur’an’ı öğretip yaşatacak kişiyi ben görevlendiririm” buyuruyor. Günümüzde ise bu işi Akademik personel (yani insanlar) yapıyor. Bu âyetlerde bildirildiğine göre, Allah’ın görevlendirdiği kişiler, 1) Allah’ın âyetlerini tilavet ediyor (tebliğ), 2) Tebliği kabul edip tâbi’ olanların nefslerini tezkiye ediyor (Kur’an’ı yaşamaya başlama), 3) Kitabı (Kur’an’ın müteşabih âyetlerini) öğretiyor, 4) Hikmeti öğretiyor (Hikmet’in ne olduğuna örnek, Hz. Musa AS. ile Hızır AS’ın Kur’an’daki kıssası) ve 5) Hikmet’in de daha ötesindeki bilgilerin öğretilmesi.
İşte bu sistematik uygulanmazsa, Kur’an’ın bilinmesi ve hayata tatbiki mümkün değildir, asla NOKTA.
yaklaşık 9 yıl önce
Kur’an’ın neden anlaşılamadığını anlatan güzel bir yazıydı bence.
O yüzden alıntıladım.
En son cümlesi çok çok doğru ve çarpıcı olmuş.
Demek ki çoğu insan hayal aleminden çıkıp gerçeklerle yüzleşme cesareti gösteremiyor,rahatını bozmak istemiyor.
yaklaşık 9 yıl önce
ALINTI
Allah’ın dini İslam tamamlanıp Resulullah’ın irtihalinden sonra, raşit halifeler döneminde başlayan İslam’ın intişarı (yayılması) neticesinde, değişik kavimler ve toplumlar İslam’ın davetine icabet etmişler, din olarak İslam’ı seçmişler ama kafalara yerleşmiş olan daha önceki batıl itikatlarını, felsefelerini ve amellerini İslam’la karıştırmışlar. Hakla batıl birbirine girmiş, sorunlarını, çelişkilerini, ihtilaflarını Allah’a ve resulüne götürüp problemlerini çözememişler; dinde fırkalara ayrılmışlar. “Samimi olarak O’na yönelin, O’ndan sakının, namazı kılın, dinlerinde ayrılığa düşüp, fırka fırka olan, her fırkanında taraftar olduğuyla övündüğü müşriklerden olmayın.” (Rum suresi 31-32) Günümüzde takım tutanlar (Fenerli, Beşiktaşlı, Galatasaraylı) hatasıyla sevabıyla ne olursa olsun takımını değiştirmezler. İslam dini içerisindeki fırkalar da bu şekilde. Soruyorsun; sen necisin? Cevap; Elhamdülillah şafiyim, peki niçin şafisin? Cevap; Anam babam şafi ben de şafiyim. Diğer mezheplere tabi olanlardan da aynı cevabı alıyorsun. Tasavvuf ehline soruyorsun, anadan babadan tevarüs etmemişse, ilk müşerref olduğu, gözünü ilk açtığı, amiyane tabirle kim önce kapmış, kendini kabul ettirmişse o tarikattanım diyor. Kadiri’yim, Nakşibendî’yim, Halveti’yim, Şazeli’yim. Her grup, her fırka, ben doğruyum, bana gelirsen, benim şeyhime bağlanırsan, bizim yolumuza uyarsan kurtulursun. Sen kendi başına yolunu şaşırırsın, sapıtırsın, vereceksin elini gireceksin cennete, sana ne söylenirse onu yapacaksın. Bu söylediklerimiz tarikat ehlinin kapılarına gelen insanlara söylenen standart öneriler. Kapıdan içeri girmek istiyorsan bunları koşulsuz kabul edeceksin. İşte tarikat bunlar, hepsinin ayrı ayrı pek çok yolları, öğretileri ve uygulamaları var. Kimi gizli zikreder, kimi açıktan açığa zikreder, kimi toplu halde kol kola defler eşliğinde, bir aşağı bir yukarı eğile kalka zikreder. Kimi müzik eşliğinde döne döne etekleri yelpaze gibi açılmış halde semah yapar. Kimi sarık takar, cübbe giyer, bundan başka kıyafet haram der, kimi çarşaf giyer bundan başka örtü yoktur der, velhasıl örnekler pek çok hepsini burada sıralamaya gerek yok. Zaten pek bir şey fark etmiyor, herkes kendi mektebine, kendi meşrebine çağırıyor. Hiç biri de benim yoğurdum ekşi demiyor. Hep bir ağızdan tarikatlar hak, her tarikat insanı Allah’a götürür! Tek şartla, tarikatın şeyhine teslim olacaksın, teslim olmazsan yine olmaz. Ölünün yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim olacaksın. Yalnız başına Allah’a nasıl gidersin? Cumhurbaşkanına, başbakana direk çıkabiliyor musun ki, Allah’a tek başına ulaşacaksın?
Tam bir müşrik mantığı. “Onlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer 3) Allah diye gece gündüz zikrettiklerini söylerler, fakat Allah’ı tanımazlar, Kur’an derler, fakat içinde ne var ne yok, neden bahseder merak edip açıp okumazlar, peygamber derler, peygamberi kendi kafalarında arzu ettikleri ve uydurdukları sözleri söyleyen, yaptıklarını onaylayan, rüyalarına girip emirler veren, tavsiyelerde bulunan bir peygamber hayal ederler. Ahiret derler, her an cennetin cehennemin krokisini çizerler, dilediklerini cehennemden çıkarıp cennete sokarlar, dilediklerini azaptan kurtaramazlarsa, kendilerini de ateşe atmasını Allah’dan isterler. Allah da dostlarına azap etmeyeceği için, dostunun nazını kabul eder ve ateşte olan, şeyhinin himmetiyle kurtulur. Bütün bunlar tarikatların dost meclislerinde anlatılır, kitaplarında hikâye edilir. Kur’an dan habersiz, cehalet içerisindeki zavallılar için, ucuz yolla cenneti elde etmek varken, ne diye Kur’an-ı karıştırıp anlamaya çalışsın, doğruları öğrenip kafasındaki kutsallar yıkılsın, bir hayal aleminde yaşarken, niçin hayalleri yıkılıp bir çırpıda uçup gitsin!
http://ilyasyorulmaz69.blogcu.com/allah-adina-yalan-soylemek-en-buyuk-zulum-1/9185455