Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz.

İnsan doğaya uygun bir canlı değildir

İnsan başlangıçta doğa karşısında aciz ve doğaya bağlı bir yaşam sürerken, zamanla ürettiği kültür ve teknoloji ile doğaya egemen konuma gelmiştir. Ancak insan ve çevre arasındaki ilişki, insanı merkeze alan, çevreyi dışlayan ve ekolojik dengeyi telafisi mümkün olamayacak düzeyde tahrip eden bir ilişkidir. Bu zararların en belirginleri, atmosferin incelmesi, ozonun delinmesi, küresel ısınma, buzulların erimesi, iklimlerin değişmesi, su kaynaklarının azalması, yangınların artması, ormanların azalması ve benzeri şekilde olmaktadır. Bu da insanı, kendi çıkarı için dünyayı sömüren asalak durumuna koyar.

Dünya ancak hayvan düzeyinde bir zekâ seviyesindeki canlılara uygundur. Ancak onlar için biçilmiş kaftandır. İnsan beyin kapasitesi olarak dünyada yaşamaması gereken düzeydedir. Hayvanlar rehbere ihtiyaç hissetmezken, insan rehbere ihtiyaç duyar. Yapı olarak hayvanlardan çok farklı değiliz ama doğuştan gelen yeteneklerimizle hayatta kalma yetimiz yok. Yetimiz yok ama kendi gelişimimizi sağlayarak doğayı kendi çıkarlarımıza kullanmamızı becerebiliyoruz. Bir şempanzeyle %98 gen benzerliğimizin olmasına rağmen bu kadar farklı olmamızı sağlayan şey nedir?

Benzer durumu Prof. Dr. Sinan Canan’ın İFA/Beden adlı kitabında çok güzel açıklamış. Onun kaleminden derlediklerim…

Bedenimiz, diğer tüm canlıların tersine, herhangi bir doğal ortamla uyumlu değildir. Böceklerden bitkilere, ineklerden kuşlara kadar tüm canlıları gözünüzün önünden geçiriniz lütfen. Bizim gibi sırf hayatta kalabilmek için ‘elbise giymek, teknoloji üretmek, çevresini bu denli değiştirmek’ zorunda olan başka canlı var mı?

….

İnsanın bu farklı durumu elbette ki kendine ve tabiata bakan herkesin aklını kurcalar. Bu dünyaya ait değil gibi gözüken, adeta bir uzay gemisinden kazara düşmüş bir yabancı yaratık gibi garip duran bu canlının durumu, izaha muhtaçtır. Bir yandan zayıf, yetersiz ve tabiata uyumsuz olup öbür yandan da bu kadar etkili, muktedir, zeki ve baskın bir canlı türü olmamız açık bir tezat gibidir.[1]

Doğaya uygun olmayan bu canlının, doğada olmasının nedeni nedir? Doğa kendine düşman bir canlı üretmiş olabilir mi? Yoksa birilerinin planları gereği mi dünyadayız? İşte, bu kitapta aradığımız asıl cevaplardan biri de budur.

Tarihimizde çokça bilinmeyen var.

Bilim geliştikçe geçmişimizle ilgili çarpıcı buluşlarla karşılaşıyoruz. İnsanlığın geçmişinde kayıp zamanlar var. 35 bin yıl öncesinin kanıtlarını buluyor ve bu kanıtların 10 bin yıl öncesinden daha ileri bir uygarlığı ima ettiğini görüyoruz fakat nedenlerini bulamıyoruz.

Öncülü olmayan ve yoktan var olan Mısır ve Sümer uygarlığının, günümüzdeki pek çok uygarlıktan daha ileri olduğunu görüyor ama nedenini bilemiyoruz.

Dünyada teknoloji geliştiren ilk insan türü olduğumuzu düşünmemize rağmen bizden önce de akıllı varlıkların olduğunu biliyoruz ama neden bizim gibi aya gidemediklerini bilmiyoruz.

Göbekli Tepe’de avcı toplayıcı insanları bir araya toplayan gücü ve insanlara bu şevki veren kaynağı anlayamıyoruz.

Irak Şanidar mağarasında bulunan Neandertal iskeletleri bizlere birçok şey anlatıyor. Yaşlı bir adamın çevresindekiler sayesinde yaşama tutunduğu ortadadır. Hatta ölünce ona çiçekli bir cenaze töreni düzenlemişler[2]. 32-65 bin yıl önce bu insan davranışlarını gösteren Neandertal insanı insandan daha büyük beyin ve daha güçlü bir iskelet yapısına sahip olmasına rağmen; neden neslinin tükendiğini bilmiyoruz.

Aynı tür davranışı Homo sapiens, çok çok daha sonraları gösterebilmiş ama onların aksine bizler sürekli geliştik. Neden onlar yok olurken biz dünyayı kolonileştirebildik?

Cro-Magnon insanlarının yaşam merkezlerinde kemik ve fildişinden yapılmış mükemmel iğneler ve düğmeler bulunmuştur. 60 bin yıldan beri dünyanın pek çok yerinde dikiş iğnesi kullanıldı[3].  Dikiş iğnesi demek, elbise demektir. Peki bu süreç hep varsa neden bronz çağında dikiş iğnesi yapabilen Homo Sapiens bu yeteneği günümüzdeki tekstil sanayisine çevirebildi? Diğerlerini engelleyen neydi?

Anadolu’nun Kapadokya bölgesinde, 10 bin yıllık yerleşim yeri olan Aşıklı Höyük’teki kazı çalışmalarında beyin ameliyatı yapılmış kafatasları bulundu[4]. Peki, 10 bin yıl önce beyin ameliyatı yapabilirken, sonra ne oldu da bu bilgi kayboldu? Unutmayın o dönemlerde hastalıklar insanın içine giren cin ya da kötü ruhtan kaynaklandığı sanılırdı. O insanlar beyin ameliyatını yapabilme becerisini nereden öğrendiler?

Dünyanın çeşitli bölgelerindeki antik kaya resimleri bize, yüksek bir kültürün izlerini gösteriyor; insanlar giyimlidir, kadınların etekleri vardır, pantolonlu erkeklerin yanı sıra şortlu olanları da vardır, hatta ayakkabı, çorap ve bot giymektedirler. İnsan yüzleri daha da şaşırtıcıdır; erkeklerin yüzleri tıraşlıdır ve saçları kesilmiştir, bunu nasıl yapıyorlardı?

Afrika kaya resimlerinde olan figürler bir zamanlar orada olimpiyatlar düzenlenmiş gibi durmaktadır. Acaba geçmişte olimpiyat düzenleyebilecek bir medeniyet olmuş olabilir mi?

Neolitik dönemden kalma bir kent, köy ya da büyük bir yerleşim merkezi henüz bulunamamıştır. Nerede yaşıyorlardı? Buna karşın, Paleolitik insanların yaşadıkları küçük köylerin kalıntıları bulunmuştur. Arada neler oldu? Paleolitik dönemden sonra yaşayan Neolitik insanların yerleşim merkezleri neden bulunamıyor?

Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, Amerika yerlileri 9500 yıl önce bakır işlemeye başlamış ama, 5400 yıl önce de bu iş, unutulmuş gözükmektedir. Bir çıkış yapabilen o insanlar, bu bilgileri neden unuttu ve maden işlemeciliği neden geriye gitti?[5]

Ya daha da öncesi? 30.000 yıl önce üstün bir uygarlık var olduysa, 12.000 yıl önceki Paleolitik Çağ’da bu uygarlık yok olduysa ve sonra yine Neolitik Çağ’da tekrar yükseldiyse, iniş ve çıkışların nedeni nedir?

Sayısız mitolojik anlatı, hep aşkın varlıklarla ilgilidir ve daima insanüstü yaratıklardan söz edilir. Eğer bir zamanlar insanüstü canlılar dünyada yaşadıysa, acaba insanlara bir şeyler öğretmiş veya bırakmış olamazlar mı?

İnsan evriminde de pek çok cevaplanmamış soru vardır. Bu soruları Zecharia Sitchin’in 12. Gezegen adlı kitabından almak daha doğru. Çünkü aynı soruları oda sormuş. Onunla farkımız, cevaplarda…

Profesör Theodosius Dobzhansky [Mankind Evolving (İnsanoğlu Evrimleşiyor)], bu gelişmenin; evrimsel bir ilerleme için en uygunsuz zaman olan, Dünya’nın bir buzul çağından geçtiği bir dönem sırasında meydana gelmesi olgusu karşısında bilhassa şaşkındır. Homo sapiens’in daha önce bilinen tiplerin bazı özelliklerinden tamamen yoksun ve daha önce hiç meydana çıkmamış özelliklere sahip olmasına dikkat çekerek, şu sonuca varır:

Modern insan fosil bakımından soydaş birçok akrabaya sahiptir ama atası yoktur; dolayısıyla Homo Sapiens ‘in türemesi bir bulmacaya dönüşmektedir.

Öyleyse, modern insanın, nasıl olmuş da, ataları daha ileri evrimsel gelişmeyi takip ederek 2.000.000 veya 3.000.000 yıl sonra değil de 300.000 yıl kadar önce ortaya çıkmıştır? Dünya’ya başka bir yerden mi getirildik yoksa Eski Ahit’in ve diğer kadim kaynakların iddia ettiği gibi tanrılar tarafından mı yaratıldık?

Artık uygarlığın nerede başladığını ve bir kez başladıktan sonra nasıl geliştiğini biliyoruz. Cevaplanamayan soru şu: Niçin? Niçin uygarlık ortaya çıktı? Zira çoğu bilginin sinir içinde kabul edeceği gibi, tüm verilere göre insanın hâlâ uygarlık yoksunu olması gerekmektedir. Amazon ormanlarındaki veya Yeni Gine’nin ulaşılmayan kısımlarındaki ilkel kabilelerden daha uygar olmamız için hiçbir bariz sebep yoktur.

Ancak gerçek bilmece, Buşmanların geriliği değil, bizim ileriliğimizdir; artık kabul edilmektedir ki evrimin normal gidişatı içinde insan hâlâ Buşmanlar ile bir olmalıydı, bizlerle değil, insanın, “araç gereç endüstrisinde”, taşları doğal biçimleriyle kullanmaktan başlayıp, bu taşları amaçlarına daha uygun olacak biçimde yontup şekillendireceğini fark etmeye doğru ilerleyişi 2.000.000 yıl almıştı.

Niçin diğer malzemeleri kullanmayı öğrenmek için 2.000.000 yıl daha ve matematik, mühendislik ve astronomide ustalaşmak için bir 10.000.000 yıl daha geçmemişti ki? Ama bakın, bu noktadayız, Neanderthal insanından 50.000 yıl sonra, Ay’a astronotlar indiriyoruz…

Bariz olan soru şudur: Bizler ve Akdenizli atalarımız bu ileri uygarlığa kendi başımıza mı sahip olduk? [6]

Evrim teorisi de, zaman açısından büyük sorun içerir. Prof. Dr. Sinan Canan’a göre “Biyolojik bir organizmanın yapısal ayarlarının değişmesi ya da değişen ortam şartlarına biyolojik olarak uyum sağlayabilmesi için, o organizmanın nesiller boyunca minik değişimler geçirmesi gerekiyor. Bu da zaten yüz binlerce ama çoğu zaman milyonlarca yıl alabilen uzun bir süreç.[7] Ki burada yapısal ayarın değişmesi söz konusu, ya! primattan insana dönüş ne kadar zaman alır?

Bilim duraklama devrine mi girdi?

1900’lerin ilk yarısında bilimin şahlanışı aynı ivmeyle devam etmedi. Teknoloji olarak ilerlemeler devam etmesine rağmen bilimin durumu aynı olmadı. Bu konuda bilim insanlarının söylemlerini almayı tercih ederim. Biyomerkezcilik adlı kitaptan derlediğim satırlar şöyledir:

Evreni bir bütün olarak anlayabilme çabamız çıkmaza saplandı. Kuantum fiziğinin “anlamı”, 1930’larda ilk keşfedildiğinden beri tartışma konusu olmuştur; üstelik bu anlamı çözmeye, bugün de en az dünkü kadar uzağız. Onlarca yıldır keşfedilmek üzere olduğu söylenen “Her Şeyin Teorisi” ise, sicim teorisinin kanıtlanmamış ve kanıtlanması mümkün olmayan soyut matematiğine takılıp kaldı.

Aslında durum düşündüğümüzden daha da kötü. Yakın zamana kadar evrenin yapı maddesinin ne olduğunu bildiğimizi sanıyorduk fakat sonradan evrenin %96’sının kara madde ve kara enerjiden oluştuğu ortaya çıktı ve onların ne oldukları hakkında en ufak bir fikrimiz bile yok.

Araştırmalarımıza uyum sağlaması için geçici çözüm bulma ihtiyacımız giderek artsa da, Büyük Patlamayı hâlâ geçerli kabul ediyoruz. Büyük Patlama, evrendeki en büyük gizemlerden birisi olan “Evren neden yaşamı desteklemek için gerekli olan ince ayara sahiptir?” sorusuna dahi cevap verebilmiş değil.

Evrenin esasları ile ilgili olan bilgilerimiz gözlerimizin önünde giderek azalmaktadır. Elimize daha fazla veri geçtikçe, bize hiçbir şey ifade etmeyen bulgularımızı ya tamamen görmezden geliyor ya da teorilerimize uygun hale getirmek için onları eğip büküyoruz.

…….

Gerçekte Bilinç sadece biyologları değil, aynı zamanda fiziği de ilgilendiren bir konudur. Modern fizik, beynimizdeki birtakım moleküllerin nasıl olup da bilinci yarattığı konusuna açıklama getirememektedir. Bir günbatımının güzelliğinden zevk alışımız, aşk denilen mucizeyi, iyi bir yemekten aldığımız lezzet gibi şeyler modern bilim için hâlâ gizemini korumaktadır. Bilim, bilincin maddeden nasıl olup da üretildiğini hiçbir şekilde açıklayamamaktadır. Elimizdeki mevcut modelin içerisinde bilinci koyacak en ufak bir yer bulunmamakta ve bu model mevcudiyetimizin en temel olgusu hakkında hiçbir açıklama yapmamaktadır. İşin daha ilginci, mevcut model bu konuyu bir sorun olarak dahi görmemektedir. (Sayfa 16)

…….

Bilincin, bir başka fizik alanı olan kuantum konusunda tekrar karşımıza çıkması pek de tesadüf değildir. Kuantum teorisinin, matematiksel açıdan iyi işlese de insan mantığına tamamen aykırı olduğu bilinmektedir. Kuantum fiziğinde parçacıklar adeta bilinçli bir gözlemci ile etkileşim içerisindeymiş gibi hareket etmektedirler. Böyle bir şey mantıken mümkün olamayacağı için kuantum fizikçilerinin bir kısmı kuantum fiziğini “izah edilemez” ilân etmiş, bir kısmı da durumu açıklayabilmek için karmaşık teorilerle (sonsuz alternatif evrenler teorisi gibi) ortaya çıkmıştır. Atom altı parçacıkların belli bir seviyeye ulaştıklarında hakikaten “bilinç” ile etkileşime giriyor olması her ne kadar en basit açıklama olarak görülse de, mevcut model açısından kabul edilemez bulunduğu için ciddiye alınmamaktadır. Yine de, fiziğin karşı karşıya olduğu her iki gizemin de bilinç ile ilgili oluşu oldukça ilginçtir. (Sayfa 17)

……

Bazı bilim insanları ise (Stephen Hawking ve Carl Sagan gibi) “her şeyin teorisine” ulaşmanın an meselesi olduğu ve bu gerçekleştiğinde bütün sırların ortaya çıkacağı konusunda ısrar ediyorlar. Bu, gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyecek de… bunun sebebi zekâ ya da çaba yetersizliği değildir. Sorunun temelinde konuya hatalı bir dünya görüşü ile bakılması var. Henüz daha önceki teorilerimiz dahi birbiri ile çelişirken, önümüze hiç durmadan yeni bilinmeyenler çıkıyor[7]. (Sayfa 22)

İnsanın dünyayı kolonileştirebilmesi de bir muamma…

Mevcut bilgilerimize göre ilk insan Afrika’da 300 bin yıl önce ortaya çıktı ve yaklaşık 50-60 bin yıl önce Afrika’dan dünyanın diğer yerlerine yayıldı. Bunda bir sorun gözükmez gibi olmasına rağmen bu süreç ışık hızı denebilecek bir süratle gerçekleşmiş gibidir. Öyle ya! Geçmişte insanlar yeni yerler keşfedelim diye göç etmezdi. Göçü yaşam şartları belirlerdi. Günümüzde de avcı toplayıcı kabileler Afrika, Güney Amerika ve Asya’da bulunmaktadır. Hatta çocukluğum, yarı göçebe bir yaşam içinde geçti. Tüm göçebelerin oluşturdukları bir döngü var. Hangi mevsimde nerede olacakları bellidir. Aynı döngüyü nesiller boyu devam ettirirler. Aynı durum hayvanlarda özellikle fillerde de vardır. Yaşlı filler bu döngüleri arkadan gelenlere öğretir ve kimse eski köye yeni adet getirmez. Çünkü yeni adet getirmek demek büyük sorunlara yol açmak ve aç kalmaya davetiye çıkarmak demektir.

Elbette iklimin ekstrem değişimleri bu döngüleri kırar ve yeni arayışlara sebep olur. O zaman eski köyün adeti değişmek zorunda kalır ama değişimler çok uzak mesafelere gitmesini pek sağlamaz. Örneğin; bir zamanlar Büyük Sahra çölü yeşilliklerle ve ırmaklarla dolu bir yerdi[9]. Sahra çölü kuraklaşırken insanlar ya da hayvanlar oradan göç etmek zorunda kalmıştır. Göç edenler ya Orta ve Güney Afrika’daki ya da bereketli hilal gibi yeşil bölgelere gitmek durumundadır. O insanlar Avustralya’ya gitmeye çalışmazlardı. Çoğu zaman yeni şartlara uyum gösterilir. Örneğin; Eskimolar, yeşilliklerle dolu güney bölgelere göç etmek yerine oldukları ortamın şartlarına uyarak, oralarda kalmayı yeğler. Nesiller bu döngüleri özümser ve kimse marul ekmek için riske girip göç etmez.

Dünyanın kolonileştirilmesi sürecinde hiçbir hayvan, insanın yaptığının milyonda birini bile yapmamıştır. Örneğin goriller ya da şempanzeler milyonlarca yıl aynı bölgelerde yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. İnsandan çok daha önce dünyada olmalarına rağmen böyle bir durumun yanına bile yaklaşamamışlardır. İnsanları ayıran nedir?

İnsanın dünyayı kolonileştirmesinde sorun görüyor olmama rağmen asıl sorun Avustralya’nın kolonizasyonundadır. 50-70 bin[10] yıl önce Afrika’dan ayrılan insan, 51 bin[10] yıl önce Avusturya’ya ulaşabilmiştir. Bu nasıl mümkün olabilir? Avustralya’ya insanların göçünü en iyimser tarih olan 40 bin yıl öncesini alalım. O tarihte dünya nüfusunu tahmin edebilmek için iki kaynaktan yararlanabiliriz. İlki daha sonra detaylarından yararlanacağımız https://www.israel21c.org/israeli-study-shows-early-humans-neared-extinction sitesindeki 70 bin yıl önce dünya nüfusunun 2.000 kişi olduğu araştırması. Diğeri ise https://www.worldometers.info/world-population/ sitesinde 10 bin yıl önce dünya nüfusunun 5 milyon kişi olduğu bilgisi. Bu iki bilgiden 40 bin yıl önce dünya nüfusunun 2,5 milyon olacağını tahmin edebiliriz. Sadece Asya kıtası düşünüldüğünde bile kilometrekareye 5,5 kişi düşmekte olduğu görülür. Böyle az bir nüfusun kıtaları aşan bir göçe kalkışacağı fikri doğru olamaz. Seyrek nüfus daha da seyrelir ve yok olup gider.

Bana göre Göçler konusunda en büyük sorun insandan başka hiçbir canlının tüm dünyayı kolonileştirdiğini göremiyoruz. Örneğin dünyada yaklaşık 2 milyon yıl yaşayan Homo Eractus ne Avustralya’ya ne de Amerika kıtalarına gidebilmiştir. Aynı şekilde Neandertal ya da diğer hiçbir homo cinsi bu kıtalara gidememiştir. Oysa insan, 50 bin yıl önce Afrika’dan çıkmış ve hemen Avustralya’ya gidebilmiştir. Çünkü Aborjinler de Afrika’daki insanların torunudur. Bu aklın alacağı bir durum değildir ama bilim insanları gayet doğal görmektedir. Sanki dünyada her zaman gerçekleşmiş bir durummuş gibi tavır içindedirler. Oysa bu durum tek kereliğine gerçekleşen bir durumdur ve mucize kabilindedir. Mucize kabilindedir çünkü insan en ücra adalardan en olumsuz yaşam alanlarına kadar yayılmıştır. Ne kutup soğukları, ne geçilemez denen Berring boğazı, ne de ulaşılamaz diye düşünülen uzak adalar engel oluşturmamıştır. Ki! en yakın kıta olan Avustralya’dan 5.800 km uzakta olan Polinezya adalarına insanın ne işi vardı. İnsan mucizevi bir şekilde her yere yayılabilmiştir. Bunu başka hiçbir hayvan türü başaramamıştır. Ve bunu başardığı dönemlerde dünyadaki diğer hayvanlardan pekte farklı olmadığı durumdaydı. Yani modern araçlara sahip değildi.

Görüldüğü gibi insan denen bu canlının; ortaya çıkışı, dünyayı kolonileştirmesi, modern insana dönüşü, ne teknolojik ne de biyolojik evrimsel süreç içinde oluşmaması gereken bir durumdur. Bu durumlar pek çok insanın kafasında sorular oluşturur. Zecheria Sitchin ve Eric Von Daniken gibi yazarlar, insanın öncesiz oluşabilmesini uzaylılara bağlamaktadır. Ben onlar gibi dünya dışı bir arayış içinde değilim. Makul ve mantıklı, herkesin aklına yatabilecek bir çözüm arayışındayım. Bu sitede bu sorulara çözüm aramaktayım. Göreceksiniz oluşturduğum cevaplar, makul ve mantıklıdır. Fakat bloğun tamamını okumanızı öneririm. Başka türlü kafanızda cevapları olmayan sorular kalmaya devam edecektir.


[1] Sinan Canan

, İFA Beden, Tutikitap, sayfa 30-31

[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Shanidar_Cave

[3] http://www.uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads/2014/10/D%C4%B0K%C4%B0%C5%9E-D%C4%B0KMEK-60-B%C4%B0N-YIL-%C3%96NCE-GEL%C4%B0%C5%9ET%C4%B0-6-EK%C4%B0M-2014.pdf Erişim 01.03.2020

[4] https://www.cnnturk.com/kultur-sanat/iste-10-bin-yil-once-ilk-beyin-ameliyati-yapilan-kafatasi Erişim 01.03.2020

[5] https://arkeofili.com/eski-amerika-yerlileri-dunyadaki-ilk-bakir-iscileri-arasindaydi/?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed%3A+Arkeofili+%28Arkeofili%29 (Erişim 8.4.2020)

[6] Zecharia Sitchin  The12th Planet 2008 3-4

[7] Pelin Çift-Sinan Canan, Beynin Sırları, Destek Yayınları, sayfa 191

[8] Dr. Robert Lanza & Bob Berman, Biyomerkezcilik, Destek Yayınları, Eylül 2020

[9] https://arkeofili.com/sahra-colunde-her-20-000-yilda-bir-iklim-degisiyor/

[10] https://arkeofili.com/hindistandaki-kesif-afrikadan-erken-gocu-gosteriyor/

[11] https://arkeofili.com/hepatit-calismasi-avustralyaya-gocun-izini-suruyor/