Antik eserlerle ilgili olarak başka bir makalem var ama orada sakladıkları verilerden bahsettim. Burada ise yapılmalarındaki gizem ve geçmişten kalan eserlerin çözümünü yapacağız. Önce sırayla bahsettiğim o eserlerden bahsedelim. 

Antikitera makinesi ve Bağdat pili.

Girit’te MÖ 150-100 yıllarına tarihlenen, Antikitera makinesi denen bir alet bulundu. Çoğu hareketli olan 80’e yakın parçadan oluşuyordu. Konuyu “Antikitera Makinesi” adlı makaleden daha detaylı okuyabilirsiniz. Yapılan araştırma sonucu Bilim Teknik Dergisinde de yayınlanmıştı. 1900 yıllarında bir Yunanlının saat yerine ayın örüntülerini gösteren bir alet yapması hiç mantıklı değildir. Bu aleti bir uzaylının o kişiye vermesi de pek mantıklı sayılmaz. Bir uzaylının ayın hızlanmasını veya evrelerini gösterecek bir aleti insanlığa vermesi biraz saçma değil mi? Saat gibi çok daha kullanışlı bir şey vermesi gerekmez mi? Ya da en azından kendi gezegeninin zamanını gösteren bir cihaz vermesi beklenebilir. Gerçi oda saçma ama, en azından öyle bir şey olmalıydı. O dönemde ayın örüntüleri ya da gezegenlerin konumları kimin ne işine yarar ki?

Irakta bulunan Bağdat pili ise başka bir fenomendir. Eric Von Daniken gibiler, bu teknolojiyi uzaylıların verdiğini söylüyorlar ama bildiğimiz çömlekten yapılma bir araçtır. Teknoloji olarak zamanının çok ötesinde olmasına rağmen, çömlekten olması kafa karıştırıyor. Bu fenomende önemli olan bu pilin neyi çalıştırdığıdır. Arkeologlar, onunla maden kaplama işlerinin yapıldığını söylese de, çok inandırıcı gelmemektedir. Acaba çalıştırdığı Antikitera aletine benzer bir cihaz olmuş olabilir mi? Çünkü, kaplama işinde, pek başarılı olduğu söylenemez.

Baalbek, Angor kenti, Petra, Machu Picchu, Sacsayhuaman gibi antik şehirler.

Geçmişte bizim gibi teknolojiye ulaşmış birileri varsa, şehirleri de olmalıdır. O konu ayrı makale içinde incelenmelidir. Çünkü başlı başına bir makale oluşturacak kadar uzundur. Ben “Geçmiş medeniyetlerden bize kalan şehirler” ve “Günümüze kalan altın çağ şehri var mı?” adlı iki makalede durumu incelemeye çalıştım. Göreceğiniz gibi o zamanın teknolojisiyle yapılamayacak bir teknolojiye sahipler. Sadece yapım teknolojisi değil, lojistik olarak da çok ileri düzeyde bir gelişmişlik gerekmektedir. İsmini saydığım her kent çok özel bir özelliğiyle öne çıkmaktadır.

Baalbek’in en öne çıkan özelliği, 1200 ton ağırlığında yek pare kayaların kesilip, taşınıp yerine konulabilmesidir. İnsan ölçülerine göre, çok büyük bir bina inşa etmişler. İlk gördüğümde, devlerin yaptığı bir bina diye düşünmüştüm. Fakat merdivenler, insan ölçüsüne göre yapıldığı için, insan kullanımına yönelik yapıldığını anlayabiliyoruz. Ortalık yerde duran yek pare kaya günümüz teknolojisini bile zorlayacak cinstendir. 1200 tonu kaldırabilecek bir vinci, yeni yeni yapar olduk. Sorun sadece araç değil, yol bile özel hazırlanmalıdır. Günümüzdeki kara yolları 40 tonluk yükler için plânlanmaktadır. Eğer zemini uygun hale getirmezseniz zemine gömülür. Öyle bir yükün altına manivela lar sokup kımıldatamazsınız bile. Manivela lar param parça olur. Bir belgeselde taşın kare olan iki ucunu, ahşapla daireye tamamlayıp, yuvarlayarak getirdiklerini anlatmışlardı. 1000 ton altında ahşabın, kürdan gibi kırılgan olacağının yanında, teker tarafları toprağa gömülür. Bizim asfalt yollarımızda bile, asfalta gömülür ve hareket ettirilemez. Bizler ağır şeyleri onlarca lastik teker üstünde taşımaya çalışırız ki, yük zeminin her tarafına dağılsın. Belgeseldeki yapıya göre, bir tarafa düşen 500 tonluk bir yükü hangi zemine taşıtmışlar bilemiyorum.

Ankor kenti ise tam bir harikalar diyarıdır. Her şeyin kayalardan yapıldığı şehir, New York büyüklüğünde bir alanı kaplamaktadır. Harika bir şehir plânlaması vardır. Günümüzde onun kadar uygun ve göz alıcı bir şehir yapılmamıştır. Her taş, bir sanat eseri olarak düşünülüp yerine konulmuştur. Görünen tüm yüzeyler, yontularak şekillenmiştir. Harç kullanılmayan taşlar, birbirine tam eşleşecek şekilde yanaştırılmıştır. Bazı yerlerde bu durum, yüksek teknolojik aletlerle ancak yapılabilecek kadar ileri düzeydedir. Bir müddet önce yapılan bir restorasyonda, harç kullanmışlardı. Restorasyonu yapan kişiler ilk mühendislerin ince zekâsını anlayamadığı için, restore yapılan yerlerde çatılar bina içine su almaya başlamıştı. Taşların hepsi bilgisayar ortamına geçirilip yapılan incelemede, küçük detayların önemi anlaşılmış ve harçlı restorasyondan vaz geçilmişti. İçeri su girmesin diye aralara konulan harç, içeri suyun girmesine sebep olmuştu. Harçları temizleyip tespit ettikleri küçük ama önemli detayları uyguladıklarında durum düzelmiş.

Petra ise, bir kent görünümünden çok, harika sanatçıların uğraş yeri niteliğindedir. Zaten harika eserlerin çoğunda iç mekân, ya yok ya da çok küçüktür. Yani asıl amaç iç mekân değil, dışta görünen güzelliğin olduğu anlaşılmaktadır. İşi gücü olmayan sanatkârların birbiriyle yarış yaptığı bir yer…

Machu Picchu  ve Sacsayhuaman, benzer özelliklerde ki, iki yerdir. Bana göre, her ikisini aynı kişiler yapmış olmalıdır. Çünkü öyle bir teknik dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı gibi günümüzde de yapılamaz. Yerli kayanın yüzeyi düzeltilmeden doğal haliyle kullanılmış, girinti ve çıkıntıları ile tam örtüşecek bir işçilik yapılarak duvarlar oluşturulmuştur. Şehrin hemen bütünü bu şekilde yapılmıştır. Bu gün bu türden bir duvarı bizler ne teknolojik olarak ne de el emeği olarak yapamayız. Bu durum ancak ileri düzeyde bilgisayar teknolojisi ile henüz icat aşamasında olan lazerle taş kesme yöntemi kullanılarak yapılabilir.

Mısır piramitlerinden de bahsetmeden olmaz. Onlar ise, daha çok, büyük bir organizasyon becerisi sergilemektedir. İki buçuk milyon taşın kesilip, taşınıp yerine konması, günümüz paralarıyla yapılamaz. Fakat lojistik veya teknolojik olarak yapabilecek düzeydeyiz. Ama bu günkü Mısır devleti, bu işi, tüm teknolojiyi kullanarak, tekrar yapmaya kalksa, sanırım iflâs eder.

Dogonların Sirius yıldızının görünmeyen eşini bilmesi

Afrika’da bulunan Dogon kabilesi; Sirius yıldızından gelen birileri tarafından ziyaret edildiğine inanır. Bu durum tek başına dikkate alınacak bir durum değildir ama, Dogonlar Sirius yıldızının görünmeyen bir eşinin olduğunu bilirler. Yeni bulunan bu yıldızı onların bilmesi mümkün değildir. Bu bilginin birileri tarafından onlara verilmiş olması gerekir. Bu konudaki daha fazla bilgiyi, netten alabilirsiniz.

Sarımsak ezeceği, kömür kütle içinde çömlek

Şekil 1 milyonlarca yıllık eserler.

Teknoloji ürünü fosiller soru işaretleriyle dolu” adlı makalede geçmişten kalan teknolojik ürünlerin bir kısmını paylaştım. Bu malzemelerin, Ademoğullarıyla bir ilişkisinin olmadığı çok açık… Ben burada yalnızca ikisini değerlendireceğim. Şekil 1’de, ilk resim, sarımsak ezeceği ya da çeşitli malzemeler ezmek için, mutfaklarda kullanılan bir gerece benziyor. Elli milyon yıl önce patlamış bir volkanın külleri altında bulundu. Diğeri ise değerli metalleri eritmek için kullanılan bir potaya benziyor. Pota, bir fabrikanın kazan dairesinde kazana atılacak kömür içinde bulundu. Kömürün oluşum süreci için, 15 milyon ile 400 milyon yıllık bir zaman gerekir. Fakat potayı saran kömür, en kolay tarihlendirilebilen bir materyaldir. Canlı kökenli olduğu için, doğruya çok yakın tarihlendirilebilir. Bu pota için bir tarihlendirilme yapıldı mı bilmiyorum ama, resmi aldığım sitede, potanın yaşının 300-325 milyon yıl olduğu yazmaktadır. Eğer o fabrika antrasit kömür kullanıyor ise bu tarihleme doğru olabilir. Hem sarımsak ezeceğinin, hem de potanın işçiliklerine bakarak, bizim şu andaki düzeyimize bile gelememiş bir medeniyetin ürünü olduklarına hükmetmek mümkündür.

03-uçaklar

Şekil 2 Resimdekilerin uçan araçları gösterdiği düşünülüyor.

Her iki süreç için de

buykamagrausa.com

, milyon yıllar gereklidir. Onun için her iki cihazı da yapanlar, bizden çok çok önceleri yaşamış birileri olmak zorundadır. Üstelik tarihlere bakarsak, hepsi farklı bir türe ait olmalıdır. 

Oyuncak uçaklar

Pek çok yerde uçan araçlara benzer, oyuncaklar bulunmuştur. Bunları uzaylılara bağlıyorlar mı bilmiyorum. Kanatlı ve pervaneli bir araçla hava olmayan yerde uçulamaz. Onun içinde, bu araçlarla başka bir gezegenden gelinemez. Eğer bu araçları kullanan varsa, dünyalı olmalıdır. Uzaylı olan, çok daha gelişmiş araç kullanırdı. Bu araçlar ya antik mısır, ya da antik Amerikan yerlilerinden kaldığı için, önemlidirler. O zamanlar ortalıkta uçaklar dolaşmıyor olmalıydı. Belki de dolaşıyordu… Görevliler bu tür araçlar kullanmak durumunda olabilirdi…

Ayrı yerlerde bulunan aynı çizim veya heykeller.

Antik medeniyetlerde pek çok şey birbirinin kopyası niteliğindedir. Örneğin Asur, Hitit, Yunan, Roma tanrıları birbirinin çok benzeridir. Bunu “birbirlerinden kopya çektiler” şeklinde açıklamak mümkün ama Antik dönemde birbirleriyle bağı olmayan gurupların bize bıraktığı bazı eserler inanılmazdır. Örneğin Avustralya’da Mısır tanrısı Anubis’in birebir bir kopyasının olması ya da Sümer’de olan bir rölyefin aynısının Ekvator’da olmasını nasıl yorumlamalıyız. 

ikiyerde olan

Şekil 3 Birbirinden uzak bölgelerde bulunan bu şekiller tesadüf olamayacak kadar benzerdir.

5000 yıl önce metale yapılan kaynak.

Şekil 4 Chicago Oriental Müzesinde bulunan 5.000 yıllık bronz bir heykelin kaynakla tamir edilen ayağı.

Chicago Oriental Müzesinde bulunan bir heykelin kırılan ayağının tamir edildiği tespit edilmiş. Antakya’dan götürülen heykel, 5.000 yıllık bronz bir heykel. Müze yetkilileri tamirin nasıl yapıldığını anlamak için, heykeli Argonne Ulusal Laboratuvarında çalışan Dr. Esen Ercan Alp’e getirmişler. O da yaptığı inceleme sonucu, heykelin kırılan ayağının, kurşun ile kaynak yapılarak tamir edildiğini tespit etmiş[1].

Görüldüğü gibi binlerce yıl önce metalin ergime sıcaklığına yakın bir sıcaklıkla ısıtılarak, kurşunla birbirine kaynayabileceği biliniyordu. Oysa bizim bildiğimiz, 9.yüzyılın sonuna dek, demircilerin kullandığı ısıtma ve dövme yolu ile metallerin birleştirilebildiği tek bir kaynak yöntemi vardı.  

Mağara resimleri

Sekil-06

Şekil 5 Bu görüntüde dört farklı renkte boya kullanılmıştır

İspanya ve Fransa’daki bazı mağaralarda bulunan mağara resimleri ciddi fenomen oluşturmaktadır. 30-35 bin yıl önceye tarihlenen bu resimleri insanların yaptığı düşünülmektedir. Henüz okun bile icat edilmediği, insanlığın mızrakla avlandığı dönemlerde bu resimleri çizmiş olmaları mümkün değildir. Çünkü bu resimler gerçekten sanat bilgisi olan ve üç boyutlu düşünebilen insanların yapabileceği bir şeydir. Birileri “çıkmış öyle biri” diyebilir. Fakat o kişinin aynı zamanda dünyanın pek çok yerine gidip boya malzemesi toplaması gerektiğini de açıklaması gerekir. Açıklasa bile yetmez, aynı zamanda o kişinin boya yapımını icat ettiğini de açıklamalıdır. Antik ressamların kullandıkları boyalar toprak boya değildi. Çok daha kaliteli boyalar kullanmışlardı ama biz toprak boya kullandıklarını farz ederek durumu özetlemeye çalışalım.

Avrupa’daki toprak boya kaynaklarını bilmiyorum ama, resimdeki dört renk için Türkiye’deki yerleri biliyorum.  Siyah için Kastamonu Gövendere’den, kırmızı için İstanbul Çamlıca’dan, beyaz için Göreme’den, sarı için Alanya’dan toprak almak gerekir. O insanlar ancak boğazlarını bakabilmek için yiyecek peşine koşarlardı. Hangi boyanın nerede olduğunu bilemezlerdi. Ve daha da ilginci, yaptıkları boya 35 bin yıldır canlılığını korumaktadır. Oysa benim marketten aldığım sprey boya, onu vurduğum kayadan, 3 yıl sonra, tamamen silindi.

Başka bir gerçek ise bu durum, tek yerde gerçekleşen bir durum değil. Birbirinden hem tarih hem de uzaklık olarak epey uzak, birkaç yerde bu durum yaşanmıştır. Yani aynı özelliklerde birkaç mağara vardır. Bunun pek mümkün olmayacağını biliyor olmamıza rağmen bu mağaralar varsa, birileri yapmıştır savı savunuluyor. Yani bilim bu durumları tamamen tesadüflere bağlamaktadır.

Kiev astronotu gibi heykel ve çizimler.

04-astronot

Şekil 6 Uzaylı ziyaretçi olduğu iddia edilen heykeller

Bildiğim pek çok aynı türden heykel ve resim var. Kafalarında başlık olması nedeniyle hemen hepsi uzaylılara bağlanmaktadır. Oysa sadece uzaydan gelenler kask takmaz. Örneğin denize dalacak olanlar da koruyucu kast takar.

Bu resimlere yapılan uzaylı yorumuna itirazım var. Resimlerde görülenlerin hiç biri uzaydan gelen birinin elbisesi olamaz. Çünkü uzaydan gelen birinin, yaşam şartları asla bizimle aynı değildir. Gelen kişilerin oksijen tabanlı olduğunu kabul etsek bile, atmosferimizdeki oksijen ya da karbondioksit oranı bizimkinin aynısı değildir. Dünyadaki oksijen oranı %20,9’dur. Fakat insanoğlu %19,5 ile %23,5 aralığında sağlıklı olarak yaşayabilir. Bu aralıktan uzaklaşıldığında insan artık sağlıklı olarak yaşamını devam ettiremez. Aynı sorun karbondioksit içinde geçerlidir. %0,5’den yukarı olan karbondioksit oranı insan için uygun değildir. %4’ten yukarı yaşam devam edemez. Uzaydan gelecek olan biri dünyamıza benzer şartlara sahip bir dünyadan geliyor olması pek mümkün değildir. Mutlaka Oksijen ya da karbondioksit oranı farklıdır. Çünkü o insan, kendi gezegenine adapte olmak zorundadır. Onun için, gelen kişinin sırtında kendi atmosferinin şartlarını sağlayan yaşam destek ünitesi olmak durumundadır. Ve böyle bir sırt çantası astronot heykellerini yapan kişilerin gözünden kaçmış olamaz. Astronot olduğu söylenen hemen hiçbir heykelde, bu ayrıntıya rastlamıyoruz. 

Bu heykellere ikinci itirazım, hepsinin anatomik olarak insana benziyor oluşudur. Bu da pek mümkün olmaması gereken bir durumdur. Dünyadan farklı şartlarda evrimleşen canlı, insandan farklı bir şekilde gelişmeliydi. Belki, evrimsel şartlar insanın yapısına benzer bir yapıda olmasını zorlayabilir ama, aynı olmaları mümkün değildir. Dünyada aynı şekle sahip iki farklı tür yoktur. Örneğin at ile Eşek aynı atadan geliyor olmalarına rağmen gittikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Ve evrim, gittikçe farklılaşmaları yönünde gelişmektedir. Göz kulak gibi ortak yapı olmasına rağmen, her canlıda bu ana yapılar bile, farklılık gösterir.  O zaman, uzaydan gelenlerin, insanla bu kadar benzerlik göstermesi mümkün değildir. Buna ikinci bir sebep de gezegenin büyüklüğüdür. Eğer büyük bir gezegenden geliniyorsa, kütle çekim yüzünden çok daha kısa ve güçlü kuvvetli bir yapıya, değilse, tersi bir yapıya sahip olmalıdır. Çünkü, kasların evrimi kaldıracakları kuvvete bağlı olarak, değişiklik gösterecektir. Büyük gezegenlerde daha çok kas olması zorunluluktur. Atmosfer basıncı yüksek olur. Bu gün, uzay istasyonlarında bir kaç ay kalan astronotlar, kas erimesine uğrarlar. Yer çekiminin olmaması bu kadar kısa zamanda, bu kadar etki ediyorsa, büyük bir gezegende 2 ayağı üzerinde yürüyen bir canlının evrimleşmesi, pek mümkün olmaz. O canlının, en az dört, hatta daha fazla ayağı bile olabilir. Ayrıca ayakları fil ayakları gibi kalın ve kemikleri ekstra güçlendirilmiş olmalıdır. Dediğim gibi, bu durumu gezegenin büyüklüğü belirler. 

05-sümer

Şekil 7 Sümer tanrı ve tanrıçaları tam olarak insan şeklindedir.

Bu şartlar altında, hep sözü edilen Nibiru gezegeninden geldiği söylenen, Anunakilere de değinmem gerekir. Görünen o ki Anunakiler uzaylı olamaz. Çünkü, Sümer tabletlerinde gördüğümüz tanrılar tam olarak bizlere benzemektedir. Oysa Nibiru büyük bir gezegendir. Öyleyse o gezegenin kütle çekiminde rahat hareket etmesi gereken bir insanın, çok daha büyük kaslara ihtiyacı vardır. Durumu daha iyi anlamak için Jüpiter’i örnek olarak kullanabiliriz. Dünyada 60 kg gelen biri, Jüpiter’de 142 Kg gelir. Naim Süleymanoğlu’nun rekoru 200 Kg dır. Onu Jüpiter’e göndersek orada ayakta durmakta bile büyük zorluklar yaşar. Dünyadaki konforuyla yaşayabilmesi için, ayaklarının 2,38 kat daha kalın olması gerekir. Bunun nedeni, dünyada 9,81 Newton olan kütle çekimi, Jüpiter’de 23,30 Newton olmasındandır.

Başka büyük bir problemde; kendi gezegen yüzeyindeki yüksek basınca alışık Anunaki dünyamızda yaşayamaz. Yüksek iç basıncı onun parçalanmasına sebep olur. Yüksek dağlara çıkmaya çalışan dağcıların burunlarının kanaması ya da, denize dalanların vurgun yemesi sebebiyle uzaylılar dünyada serbestçe dolaşamaz. Kütle çekimi insanların boylarının uzamasını da engelleyeceği için, çok daha kısa ama daha kaslı bir yapıya sahip olmalıdır. Kısaca Nibiru gezegeni dünyamızla aynı yaşam şartlarına sahip olamayacağı için, insanların korunaklı odalarda ya da astronot elbiseleri içinde gezmesi gerekirdi. Oysa Sümer tanrılarını resmeden kil tabletlerde, öyle bir yapı görmüyoruz.

Yanlış anlaşılmasın uzaylıların olmadığını söylemiyorum. Bize uzaydan geldiği söylenenlerin uzaylı olamayacaklarını söylüyorum. Birileri “UFO’lar ne o zaman?” diye soracaktır. Ben UFO’ların uzaylı değil dünyalı olduklarını düşünüyorum. Onlar zaman yolculuğu sorununu çözmüş torunlarımızdır. Bizimle iletişime girmemelerinin sebebi bu irtibatın onlara zarar verecek olmasındandır. Bizimle irtibata girmeleri demek “yok olma riski almaları” anlamı taşır. Burada kastettiğim şudur. Diyelim ki geçmişe gidip dedenizi öldürdünüz. Zamana müdahale ettiğiniz için zaman değişmiştir. Artık süreç sizin olmadığınız bir şekilde devam edecektir. Elbette insanlık yine devam edecek ve zamanı geldiğinde zaman makinesi bulunacaktır ama, artık sizin olmadığınız bir süreç yaşanacaktır. Bu durumda siz olsaydınız, sizde zamana müdahale etmezdiniz. Zaman yaşanıp geçtikten sonraki insan, geçmişe gidip müdahale etmek istemez. Herkes kendi zaman gelişiminden memnun olur. Çünkü sadece onu bilir. Zamana müdahale edildiğinde, kendi durumunu bilemeyeceği için risk almaz. Ancak zamana bağlı olmayan yani zaman değişiminden etkilenmeyen kişi zamana müdahale edebilir. Çoğu insanın aklından zamanda geri gidip Hitleri yok etmek geçmiştir. Fakat belki de Hitler’i yok etmek dünyada çok daha büyük felaketler olmasına yol açacaktır. Benim tahminim; başka hiçbir şey değişmese bile; en azından teknolojinin gelişmesi yüz yıl geri kalırdı. Çünkü yapılacak müdahale zamanın kırılmasına sebep olacak ve dünyanın geleceği çok başkalaşacaktır.

UFO’lar kazara bile düşmezler. Yani hiçbir şartta insanların eline geçmezler. Çünkü zaman yolculuğu yapan bir medeniyetin UFO’su düşse de zamanda geri giderek düşme şartlarını düzeltir. Belki de zaman içinde düşen UFO’lar vardır ama bizim bunu bilmemizin yolu yoktur.

Yanlış anlaşılmasın, belki gerçekten uzaydan birileri bizi ziyaret ediyordur ama, sanırım bizimle iletişime girmezler. Onlar ancak uzay turistleridir ve sanırım gezip görmek amacı dışında bir amaç gütmezler.

SONUÇ

Yukarıda yazdığım verilere bakarak, tek alternatifin olduğunu görüyorum. Milyonlarca yıl önce sarımsak ezeceğini yapan uzaylı olamaz. Çünkü, uzay teknolojisine sahip birileri, çok daha asortik biçimli gereç yapardı. Oysa o gereç, bizim 500 yıl önce yaptığımız gereçlerle eşdeğer bir görünüme sahip. O gereci yapan kişi, bizim şu anki durumumuza bile gelmemişti. O zaman, bunun tek anlamı kalıyor. Uzaylı değilse ve biz ancak 300 bin yıldır dünyada isek, bizden önceki türden başkası olamaz. Kömür içindeki kap ile sarımsak ezeceği arasında da, milyonlarca yıllık zaman farkı var. Demek ki o kazanı da bir başka insanlık türü üretmiş. Çünkü kazan da uzaylı işi olamayacak kadar kaba bir işçiliğe sahiptir. Bu verilere göre biz, ne tekiz ne de ilkiz. İlk olmadığımıza göre, sonda olmayacağız.

Mantığım beni şu sonuca ulaştırıyor: Dünyada zaman zaman bir insanlık türü gelişip, bir müddet kalıp, sonra yok oluyor. Durumu daha derinlere doğru incelediğimde, elde ettiğim önemli bir veri de, bu sürecin periyodik olduğudur. Ulaştığım sonuçlar, her 24 bin yılda bir dünyadan bir tür yok oluyor, bir yenisi devreye giriyor. O konunun detaylarını “Ruhun gelişebilmesi için oluşturulan sistem” ve ” Nuh Tufanının anlamı” adlı makalelerden genişçe okuyabilirsiniz.

Dünyada her zaman, bu günkü insan büyüklüğünde insan türü olmadı. İnsan büyüklüğünü, o anda dünyaya hâkim hayvan büyüklüğü belli etmektedir. Örneğin dinozorlar döneminde insanlar dev boyutlarında olmalıydı. Dinozorlar yok olduğunda dünyada en büyük canlı porsuk büyüklüğündeydi. İşte o zaman ki insanlarda 20-25 cm büyüklüğünde olmalıdır. (Dinozorların yok olma olayı netten okunabilir.)

06-ica taşları

Şekil 8 İca taşları çok farklı figürlere sahip ilginç taşlardır.

Geçmişte küçük yada dev insanların varlığı bana göre olasıdır. Fakat bu konuda net o kadar kirli ki! neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak epey zor. Küçük insanlarla ilgili ciddi bir veri bulamadım. Dev konusunda ise pek çok bilgi olmasına rağmen ciddi olduğunu düşündüğüm bir bilgiye rastlamadım. Bana göre en ciddi veri (tartışmalı olmasına rağmen) İka taşlarıdır. Netten daha detaylı bilgi edinebilirsiniz. Taşların üzerindeki çizimler kafa karıştırır niteliktedir. Birinde teleskopla yıldızlara bakan insan varken, diğerinde mızrakla dinozor avlayan insan var.  Bu durum bir çelişki gibi görünse de dinozor döneminde insan olması ve büyüklükleri de dinozorlarla başa çıkabilecek büyüklükte olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat Tevrat’ta yazan dev konusunu, bu durumla karıştırmamak gerekir.

Tevrat’ta adı geçen Nefilimler, bazıları tarafından dev olarak niteleniyor olmasına rağmen; bana göre onlar dev değil, cüsseli insanlardır.  Bir Afrika Pigmesine göre Avrupalı dev sayılır. Fosillerine ulaştığımız Neandertal insanları da cüsseli insanlardı. Çünkü buzul döneminin zorlu şartlarını aşmak için, cüsse büyük avantaj sağlamaktaydı.

Dünyadan, bizden önce geçen son iki türü tahmin edebiliyorum. Çünkü, onların fosillerine ulaşmış bulunmaktayız. Bence, Homo Eraktusdan sonra Neandertal lar dünyada hüküm sürdü.  Neandertal, insanın Homo Sapiens dönemine denk gelir. Neandertal lar, Cro Magnon olarak devam etti. Tıpkı bizim Homo Sapiens ten sonra insana dönüşmemiz gibi. Ben bu türü bizden önceki Atlantisliler olarak adlandırmaktayım. Sizler başka bir isim de verebilirsiniz. Muluların da Homo Eraktus olduğu kanaatindeyim. Fakat ne Atlas Okyanusunda ne de Hint Okyanusunda bir adada yaşamadılar. Onlar bizim gibi tüm Avrasya’yı yurt edinmişlerdi. Her iki türün yok olması bilgisi bize efsaneler şeklinde intikal etti.  Yok olmalarına anlam verilememiş, onun için büyük bir felaket olmalı diye düşünülmüştür. Böylece olmayan kıtalar üretilip batırılmıştır. 

Olaylara böyle baktığımızda binlerce yıllık sarımsak ezeceği de kazanın da olması garip olmaz. Ya da ortalıkta gezen, bir sürü Kiev astronotu gibi heykeller anlam kazanır. Çünkü o heykeller ya da uçan araç oyuncakları önceki türlerden kalan eserler demektir. O dönemde denizler altına inmek ya da motor kullanmak için başlık takmak gerekmişti. Büyük gözlü heykellerin, gözlüklü insanlar ya da jet pilotlarının kasklarını gösteriyor olması muhtemeldir. Mağara duvarlarına bu kadar güzel resimleri nasıl çizdikleri mantık çerçevesine girer. Çünkü bu gün bizim insanlarımızda benzerini yapmaktadır. Grafiti sanatı bu tür bir sanattır. İnsanlar, boş buldukları duvarları çizimlerle süslemektedir. Aynı şeyi bizden önceki türden birileri mağara duvarlarına yaptı. Bizden de mutlaka bir mağara duvarına benzer şeyler yapan vardır. Eğer bir şekilde o mağara korunmuşsa gelecektekilere eserlerimizi bırakmışız demektir.

Yalnız bu insanlıklar birbirinden kopuk olarak yaşamazlar. Anladığım kadarıyla önceki sonrakini eğitir. Sadece eğitmez, onu kendi genleriyle geliştirir. Yani milyonlarca yıllık evrimin 15-25 bin yıllık bir süreçte oluşmasını sağlar. Böylece kendi yerine geçecek, yeni halifeyi oluşturur. Çünkü her insanlık zamanı geldiğinde bedensiz yaşama geçecektir. Bedensiz yaşama geçtiğinde geriye görevliler kalır. O görevliler öncekini hem eğitir, öğretir hem de gen olarak geliştirir. Bedensiz yaşama geçme sürecini, kıyamet olarak biliyoruz. Kıyamet hep felaketle özdeşleşmiştir ama, asıl anlamı uyanmaktır. İnsanlık ancak kıyamet sürecinde gerçek bilgilere vakıf olabilecektir.

Hatta bu eğitim, alt türün bedensiz yaşama geçmesinden sonra bile devam eder. Fakat ben ancak bedenli dönemde bu eğitimlerin nasıl ve neler olabileceği konusunda tahminler yürütebilirim. Benim yorumlarımı “Göbeklitepe, Çatalhöyük, Sümer Üçgeni” adlı makaleden okuyabilirsiniz. En bariz olanı, Sümer tanrılarının Sümerleri yetiştirmesi olayıdır. O konuyu “Sümerli Ludingirra’nın anıları” adlı makalede inceledim. O tanrılar kendilerinden sonra da, eğitimin devam etmesi için onlara “me” denilen kullanma kılavuzları bırakmışlardı. Benim Sümer tanrılarını, önceki türden kalan görevliler olarak gördüğümü anlamışsınızdır. Sadece onlar değil, daha sonraki tüm pagan dinleri bu görevlilerin eseridir.

Bilim konusunda da bizlere yardım etmişlerdir. Her zaman tanrı rolüne bürünmemişlerdir. Bazen, insanların arasında yaşayıp, onlara teknolojik aletleri kullanmayı öğretmişlerdir. Örneğin; Bağdat pili ve Antikitera makinesi, onlardan kalan eserlerdir. Tahminim, Bağdat pilinin çalıştırdığı şeyi bulamadık. Teknolojik araçların, uzun süre yaşaması pek mümkün olmaz. Çünkü, o aleti yapabilecek zekâya ve bilgiye sahip olmayan insan, zaman içinde yok olmasına engel olamaz.

mermerkesme2

Şekil 9 Tel kesme yöntemiyle mermer çıkarılan Roma mermer ocağı

Teknolojik aletlerden birinin, mermer kesme aleti olduğunu düşünüyorum. Bu alet Romalılar tarafından kullanılmıştır. Bu konuda daha geniş bilgiyi “Antik çağ teknolojileri” adlı makalede bulabilirsiniz. Garip olan, Romalıların Mermer kesme aletinden daha çok, mermeri kesecek bıçağı yapabilmiş olmalarıdır. Çünkü yüksek teknoloji isteyen bir ürün olmak zorundadır. İlk olarak 1889 yılında “Helis Tel Kesme Makinası” adı altında patent alındı. Elmaslı tel kesme ise, ancak 1975’lerde mermer ocaklarında görülmeye başlamıştı. Gariptir ki Romalılar tel ile mermerleri kesebiliyordu. Bence “Helis Tel Kesme” makinesini icat eden kişi de, Romalı mühendis Pliny’nin tarifinden esinlenerek icadını yapmıştır.

Elbette Romalılara bu bilgiyi, görevlilerden birinin vermiş olduğunu savunuyorum. Aynı görevlilerden biri de, Dogon kabilesini ziyaret edip, onlara Sirius yıldızından geldiğini söylemiş olmalıdır…

Piramit’i ve antik şehirleri bu görevliler, insanları organize ederek yaptırmışlardır. Mısır piramitlerinde insanları kullanmışlardır ama, öyle sanıyorum ki Macchi Pichu’da insan kullanılmamıştır. Daha sonra orayı bulan İnkalar şehrin tanrılardan kaldığına hükmederek, orayı tamir etmiş ve orada yaşamaya devam etmişlerdir.

Sanırım kafanızda ki pek çok soruya cevap buldunuz ama, yeni pek çok soru oluşmuştur.  Bende bu soruların cevaplarını arayan biriyim. Fakat ne yazık ki insanımız dünya hayatına öylesine dalmış ki, gökten İsa peygamber inse, dönüp bakmayacak durumdadır.

Biliyorum ki, bazıları bu bilgileri inançlarına saldırı şeklinde görecektir. Oysa bu tekrarlanan bir süreçtir. İster kabul edin, ister etmeyin; bu kimsenin inisiyatifinde değildir. Dinlerin kıyamet dediği bu süreci, kaçınılmaz olarak bizlerde yaşayacağız. Çünkü periyodik olarak tekrarlanan bu süreç, en son, Cro Magnonların neslini tüketmişti. Kesin tarihler yok ama, sanırım bizimde zamanımız dolmuştur… Fakat bilinenin aksine kıyamet yok olma değil uyanma sürecidir.

Pek çok kişi bu yazıyı beğenecek ve burada unutacaktır. Zahmet edip paylaşmayacaktır bile. Ve insanlık girdiği kısır çekişme içinde olmaya devam edecektir.

Ancak çok az kişi bu yazıyı paylaşacaktır. Onlarda genelde bu durumlardan az çok haberi olanlar olacaktır. Oysa bu yazıya en az onların ihtiyacı vardır.

Seyfullah Demir

[1]