Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

Şöyle düşünün: Robotlar, yapay zekâ, bilinç taşınması, yeni insanlık, uzayda yaşam, uzayda koloni, küreselleşme, bilgi akışı, nesnelerin interneti, nörolink ve daha fazlası için, Kuran bize bir şey söylemez. İnsanlık artık, bambaşka bir yere doğru evriliyor. Yeni bilimsel gelişmelerin, Kuran’ı daha fazla geri plana itme ihtimali gittikçe güçlenmektedir. Kuran, bu gelişmeler altında ezilmektedir. Sadece Kuran değil, tüm dinler aynı durumdadır. İslam açısından gelenekçilerin tutulur tarafı kalmadı. Bilgisayarda sörf yapan bir çocuğa, inancın gereğini anlatmak, düşünülenden epey zordur. Yeni gençler sordukları sorulara, aldıkları cevaplar, mantıklarına yatmazsa, sizi dinliyormuş gibi gözükmekten öteye gitmezler.

Pek çok insan “inanç devri kapandı” diye düşünüyor. İnsanlar artık, bilgiyle hareket etmek istiyorlar. İnancın yerini, bilgi ve sorgulama aldı. Geleneksel inanç “Hayır ve şer, Tanrıdandır” diyor. Birçok rasyonel insan “hayır’ı anladık da, şer’i niye yaratmış olsun” diye düşünüyor. Dünyada olan bunca kötülüğün arkasında Tanrının olmasını mantıklarına oturtamıyorlar.

İslam’ın durumu, yüz ya da iki yüz yıl öncesinden daha iyi değil. Bilime sarılan batı, İslam’ı paramparça etti. Oysa son dinin buna bir önlemi olmalıydı. Günümüzde de, elliye yakın İslam devleti var ama batının oyuncağı durumundadırlar. İslam’ı kendine rehber yapan gençler de, dünyasal argümanları göz ardı ettiği için, durum vahim gözükmektedir.

Bunun çok bariz bir gerekçesi vardır. Çünkü, Müslüman dünya, mutluluğun peşinde değildir, onlar öte dünyadaki mutluluğu önemsemektedir. İslam’ın ön gördüğü dünya, öbür dünyaya yatırımdır, dünyaya geçici bakar. Dünya mutluluğu ikinci plandadır, asıl mutluluk öte dünyaya ertelenmiştir. Yani, “Burası öbür tarafın tarlasıdır, ne ekersen onu biçersin” gibi bir mantık hakimdir. Bir insanın zihninde bu varken, neden bu dünyada çok başarılı olsun? Yatırımı öbür tarafa dır. İslam’ın, Batı tipi bir medeniyet kurma ideali yoktur. Batı medeniyetinde, bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam’da böyle şeyler pek taraftar bulmaz. Oysa bu tür şeyler dünyasal mutluluğu getiren şeylerdir. Dünya mutluluğu olmazsa başarı da epey zor gelir.

Bu durum günümüz İslam dünyasıyla tam olarak örtüşür. Ben, Türkiye’yi bildiğim için örnekleri Türkiye’den vereceğim. Türkiye’deki yazar, müzisyen, dansöz, ressam, heykeltıraş, artist, senarist vb sanatçıların hemen hepsi, dini değerleri ikinci plana atmış insanlardır. Büyük zenginlerimiz da aynı durumdadır.

Oysa son kitap olan Kuran’ın, bu durumlara bir çözümü olmalıydı. Üstünlüğü kaptırmaması gerekirdi. Kimileri, “bu, Kuran’ın değil insanların hatasıdır” diyebilir ama, gerçek öyle değildir. Bu, İslam inancının sonucu ortaya çıkan reel bir durumdur.

 Kuran’daki bazı ayetler de, bu söylemleri destekler vaziyette, akla mantığa hitap etmeyen içeriklere sahiptir.  

Örneğin; Ahzap 53 “Ey iman edenler! Peygamberin evlerine vaktine bakmaksızın ve yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağırıldığınız vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu haliniz peygambere eziyet veriyor, ama o sizden utanıyor. Fakat Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Hem O’nun hanımlarına bir ihtiyaç soracağınız vakit de perde arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin kalbleriniz ve hem de onların kalbleri için daha temizdir. Hem sizin Resulullah’a eziyet etmeye hakkınız yoktur. Ondan sonra hanımlarını da ebediyyen nikâh edemezsiniz. Çünkü bu Allah katında çok büyük bir günahtır.”

Diyerek, kıskanç ve misafirden usanmış birinin düşüncelerini, Kuran’a söylettiğini görüyoruz.

Eğer Kuran, sonsuz bir gücün eseri ise, her dönem bize hitap etmesi gerekiyordu. Oysa bu ayet gibi bazı ayetler, peygambere özel torpil ve onun egolarını tatmin için indirilmiş gibi. Böyle bir ayet, hiç de sonsuz güce sahip birinin söylemi gibi durmuyor. Burada hanımlarını kıskanan ve fazla misafir sevmeyen birinin, isteklerini Allah’a söylettiğini görüyorum. “Allah gerçeği söylemekten utanmaz” cümlesi epey ipucu içeriyor. Ayet birinci tekil şahıs söylemiyle devam ederken. Yani, Allah’ın kendisi konuşurken, birdenbire o cümlede peygamberin ağzıyla konuşulmaya başlanıyor. Sonra yine eski hitap şekline dönüyor. Oysa o cümle “Ben gerçeği söylemekten utanmam” şeklinde olmalıydı.

Sonsuz bir gücün kitabında, böyle bir söylem olamaz. Eğer peygamberine torpil yapmak isteseydi insanların kalplerine bu duyguları yerleştirirdi. Daha kolayı, Nebisinin duygularını değiştirmek olurdu? Ayet indirmekten hem daha çözüm odaklı ve insancıl olurdu. Böylece peygamber de, kıskançlık cenderesinden kurtulmuş olurdu. Tabii! birileri “O’nun hikmetinden sual sorulmaz” diyebilir ama, o zamanda, yeni gençlik onu dikkate bile almaz.

Yanlış anlamanızı istemem. Ben Kuran’ın (en azından bir kısmının) kutsal mekanların işi olduğuna inanan biriyim. Fakat içinde peygamberin arzu ve istekleri de bulunur. Bu istekler Allah’a rağmen Kuran’a girdi sanmayın. Allah, onların da Kuran’da olmasına izin vermiştir. Ben şöyle ayrım yapıyorum. Ayet kısa ve sembolik ise Kutsal mekanlardan, uzun ve detay içeriyorsa peygamberdendir, diye düşünüyorum. Bu kesin bir ayrım değil ama, genelde bana çözüm oluşturuyor. Yazılarımda Kuran’ın iki amacının olduğunu yazmaktayım. Bu amaçlardan biri mevcut dini oluşturmak, diğeri kıyamette insanlığa rehber olmak. İlk amacını peygamber vasıtasıyla gerçekleştirdi. O görevi sona erdi ama Müslümanların sona erdiğine inanması mümkün değildir. İkinci görevineyse, daha yeni başlıyor.

Yukardaki ayete başka bir çerçeveden daha bakalım. Diyelim ki Allah o günün şartlarını düzenleyerek bize evrensel bir mesaj oluşturmak istemiş. O zaman, ayetteki mesajı, kişilere bakmaksızın, evrensel kural olarak almalıyız. Milletin evine olur olmaz girmek her ne kadar evrensel bir kural değilse de evrensel kabul edelim. Fakat arkadaşlarımızın eşleriyle daha da ilerisi, bütün diğer kadınlarla perde arkasından görüşmemizin istenmesi, ancak sapık bir düşüncenin ürünü olabilir. Bu, kadın erkek herkesi, zan altında bırakmaktır. Kadın ve erkeklerin sadece seksi düşündükleri ve hiçbir fırsatı kaçırmayacakları anlamına gelir. Hani birileri “kalpleri kayabilir” diye itiraz edecektir ama öyle düşünmek; haddini aşmak, niyet okumaktır. Buradaki amaç, zinayı engellemek ise, askeri tedbirlerle zina engellenemez. Nitekim hiçbir dönemde zinanın önüne geçilememiştir. Hapishaneler de bile zina vardır. Bu insanın doğasıdır. Yaratılışında vardır. Üstelik annelik, babalık dolayısıyla çoğalma gibi önemli bir duygu bu eyleme bağlanmışken. Peki, benim bildiğim bu durumu, Allah bilmiyor olabilir mi? Yani burada, yola radar koyup hızlı gideni cezalandırmak gibi bir durum var. Devletin insanlara tuzak kurması doğal değildir. Amaç bağcıyı dövmek olmamalıdır. Tuzak kurma yerine belli bir hızı geçmeyen araç ürettirmesi gerekmez mi? Aynı şekilde Allah da kullarına tuzak kuruyor. Oysa eşinden başkasıyla sevişemeyen bireyler yaratabilirdi. Hemen birileri “sınav nerede kaldı” diyecektir. Yani insanlara tuzak kurup, uymayanları ateşte yakmanın nasıl bir uygulama olduğunu lütfen anlamaya çalışın.

Başka bir pencereden bakalım. Sonsuz güce sahip bir tanrıyı; kimin kiminle yatıp, kimden çocuk yapacağı neden ilgilendirsin. Yarattığı evrende biz, bir toz zerresi bile olamayız. Eğer, evrendeki her şeyden sorumluysa, onun, o kadar işi olmalı ki! kafasını kaldıracak vakti olamaz. Aynı anda 100 milyar x 200 milyar kadar güneş sistemini kumanda etmek zorunda. Her zerrenin o anda ne yaptığı ve ne yapacağıyla ilgilenmeli. Örneğin, o anda milyarlarca yıldızın çarpışmasını organize etmeli. Yani size ayıracak zamanı olmamalı. Haa! “bunlar doğa kanunudur kendiliğinden olup gider” diyorsanız zaten tanrıya ihtiyaç kalmaz. Her şey doğanın kanunu olarak sürüp gider. Sizde bugün var, yarın yoksunuz. O zaman tanrıya tek yerde ihtiyaç kalır. İlk başlangıca Tanrıyı koyarsınız, olur biter.

O da sorunlu bir düşüncedir. Çünkü, “ilk başlangıç” henüz cevabı verilemeyen bir sorudur. Gelecekte bir gün cevap bulabiliriz. Yani şunu demeye çalışıyorum, “belirsizlik” tanrının varlığının ispatı olamaz. Çünkü, cevabı bilmiyoruz diye, tanrı oluşmaz. Bilmiyorsak, başka bir durum olmaz… Bilmiyoruzdur. Bizim oraya tanrıyı koymamızın tek sebebi, inançlarımızdır. Fakat, şunu unutmayın ki! inançlarımız doğruyu oluşturmaz. Tarih boyunca bütün bilinmezlere Tanrıyı yerleştirdik. Bilim geliştikçe, bilinmezler aydınlandıkça tanrı giderek işlevini yitirdi. Benim anladığım kadarıyla, günümüzde tanrının varlığına büyük delil, “Büyük Patlama nasıl oluştu?” sorusunun cevabı gösterilmektedir. Oysa bu durum sadece bir zaman meselesidir. O da bulunduğunda, bakalım tanrıyı nereye konuşlandıracağız. Haa! bu yazdıklarımın inançlılarla hiçbir ilişkisi yok. Onlar her dönem tanrıya inanmaya devam edecektir. Çünkü onların kalpleri mühürlüdür, başka türlüsünü düşünemezler.

Olaya teknolojik bakış açısıyla bakıp, farklı bir görüş geliştirelim. Geçenlerde bir yazı okudum “İsviçre laboratuvarlarındaki bilim insanlarının yaptığı bir çalışmada, robotlar öncelikle diskler aramak için programlandı ve sonrasında belirlenen bölgeye yollandılar. Başarılı olan robotlar tutulurken

, diğerleri elden çıkarılacaktı. Bu robotlara ayrıca, diğer robotları kurtarabilmeleri için disklerini paylaşabilecekleri de söylendi. Robotların ortalama olarak disklerini paylaşmayı, dolayısıyla diğer robotları hayatta tutmayı seçtikleri gözlemlendi. https://onedio.com/haber/robotlarin-gunden-gune-daha-cok-insanlastigini-gosteren-25-urpertici-durum-827643

Bana göre çok yaratıcı bir deney. Farkındaysanız robotların yaşam gayesi disk toplamak. Bizdeki, çocuk yapıp çoğalmayla özdeşleşebilir. Başka robotlarla diskleri paylaşmaları ise insanlık yönümüz. Fakat, şu andaki insanlık ortalamasından daha insancıl gözüküyorlar. Çünkü, bizde pek çok kişi, diskini paylaşmazdı.

Robotların disk toplamasının kendilerine ne faydası oldu? Aslında hiçbir faydası olmadı. Ama kendi açılarından, yaşam gayelerini gerçekleştirdiler. Bizim de çoğalıp, ortalığı insan doldurmamızın ne faydası var? Bence hiçbir faydası yok. Hatta zararı var. Dünyayı işgal edip, hayvanlara daha az yer bırakıyoruz. Havayı kirletiyoruz, küresel ısınma sorunu sebebiyle dünyaya geri dönülemez zararlar vermekteyiz.

Peki bu işin kime faydası var? Robotları yapan ve programlayanlar için fayda var. Disk toplamanın bir faydası yok ama, öyle bir varlığın oluşturulmasının, çok faydası vardır. Gözlem yapmak, teknolojiyi tanıyıp daha iyi robot programlayabilmek için, emek harcanmaktadır. Gelecekte, insanlara hizmet edebilecek robotları, daha iyi yapmak. Yani fayda yaratıcısınadır. Bu durum bizim de tıpkı o robotlar gibi olabileceğimizi düşündürüyor. Acaba bizde bir deneyin ürünleri miyiz?

Farkındaysanız pek çok yazımda, tanrı kavramı yerine kutsal mekanlar diyorum. Bazıları “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyecektir. Durumu şöyle anlatmaya çalışayım. Ben dinlerde bahsedilen sınırsız güçlere sahip, her şeyin yaratıcısı bir güce itiraz ediyorum. Öyle bir güç olsaydı insan denen bu aciz varlık olamazdı. Çünkü, öyle bir güç, insanı yaratmaya ihtiyaç hissetmezdi. Eğer, herhangi bir güç bizi yaratmışsa, ya egodan, ya da bir ihtiyaçtan, demektir. Her iki durumda da gücünün sınırları var demektir. Kuran “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım“ (Zariyat 56) demektedir. Böyle bir düşünceyi nasıl eğip bükerseniz bükün, ne kadar tevil ederseniz edin, baştan sona ego kokar. Eğer tanrı sınırsız bir güce sahip olsaydı asla bir eksiği, ya da tanınma isteği olmazdı. Ayet her ne kadar ego kokuyorsa da, ben egoyu değil, ihtiyaç sebebiyle bu süreçlerin yaşandığını düşünüyorum. Bunu da “Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık” (Enbiya 16-17) ayetine bağlıyorum. Eğer bir konu eğlence amaçlı değilse, ihtiyaç amaçlıdır. Gerçi eğlence de ihtiyaçtır. Yaradan’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoksa, otomatikman bundan bizi eğlence olsun diye, laf olsun diye yarattığı anlamı çıkar. Ayet eğlenceye itiraz ettiğine göre, asıl amaç ihtiyaçtır.

Yazılarımda kutsal mekanları ve neye ihtiyaçlarının olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bu durum bizim yaratılma gerekçemizdir. Yani, bizler zekâ geliştirelim diye bu zorlu dünyaya gönderilmiş beşeriz.  Elde edilmesi amaçlanan bilincin büyüklüğü sebebiyle “tek tür” olmadığımızı da iddia etmekteyim. Yani biz, Âdemoğlu olarak, okyanusta bir damla bile değiliz. Tıpkı dünyanın evrende bir zerre olamayışı gibi. Bir büyüklük oluşturamamamıza rağmen, yine de ihmal edilemeyecek kadar önemliyiz.

Yazılarımdan, Flinn etkisi denen olguyu okursanız, insanlığı sürekli bilinç geliştirdiğini anlarsınız. İnsanlık, her 10 yılda bir, 3 puanlık zekâ artışına uğruyor. Bu durum artarak ilerliyor. Tıpkı evrenin genişlemesi gibi gittikçe hızı artarak gerçekleşecek. Bu demektir ki bilinç bir gün, içinde bulunduğu bu kalıpları yıkmak isteyecektir. Epey bir hızla bedenimiz, bilincimizin isteklerine cevap veremeyecek duruma doğru gidiyor. Bilinç hızla gelişirken, bedenimizde hiçbir değişiklik olmuyor. Oysa bilinç sınır tanımayan bir yapıya sahiptir. İşte, zamanı geldiğinde, bilinçler bedeni terk edebilecektir. Bu sürece kıyamet diyorum. Her ne kadar kıyameti felaketle özdeşleştirseler de aslında kıyamet uyanmaktır. Bu uyanmayı Kuran “Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kâf 22) şeklinde tanımlar. Kuran bu sözü kıyameti yaşamış birine hitaben söylediği için, kıyamet sonrası uyanma olduğunu anlayabiliyoruz. Bizler kıyameti yaşamadığımız için, gözümüzdeki gaflet perdesi, henüz kalkmadı. O perde kıyamette kalkacak ve bizler gerçeği bileceğiz.

Birileri bir tarih bekliyordur ama ne yazık ki kıyametin saati gizlidir. Onun için söylenecek her tarih atmasyon olacaktır. Ben sadece “yakın” diyorum ama yakınlığın ölçüsünü de bilmiyorum. Çünkü bakış açısına göre yakınlık değişir. Bir yılda, on yılda, yüz yılda, bin yılda duruma göre yakındır.

Bir özetle ne anlatmaya çalıştığımı söyleyeyim. İslam çağımıza hitap edebilecek bir inanç değil ama tekâmül sisteminde önemli bir yere sahiptir. İslam’a teknoloji üretmek misyonu verilmedi. Daha çok batı dinleri ile doğu dinleri arasında bir konum öngörüldü. Ve o görevini başarıyla yerine getirdi. Batı dinleri ise, bilim ve teknolojiyi geliştirmekle görevlendirilmiştir.

İnançların bu vaziyette olabilmesinin arkasında yatan iki unsur var. Birinci unsur, insanların ruhlarının bedenlenme oranlarıyla ilgilidir. Eğer insan, ruhsal gücünün %90 veya 95 kadarıyla bedenlenirse, tamamen dünyasal değerlere önem verir. O insan, mutluluğu dünyasal değerlerde arar ve onlara sarılır. İnanç değil, deneyim ön plandadır. O sayede bilim ve teknoloji yönüne sarılır. Eğer kişi, ruhsal gücünün %50 veya 60 kadarıyla bedenlenirse kişi çok fazla fenomen yaşar. Çünkü, öte dünyada olan tarafı ona fenomen yaşatabilir. Bu sayede maneviyata daha çok önem verir. Onun için esas olan inançtır. Böylece insanların bu şekillenmeleri yüzünden farklı medeniyetler ortaya çıkmıştır. İslam ortada bir yerde olduğu için, her iki tarafa da yakındır. Onun için bilimi inkâr etmez ama pek de önem vermez. Buradan anlıyoruz ki batıdakiler ruhsal enerjilerinin çok büyük kısmıyla bedenlenmiş olanlardan oluşur. O sayede bilim ve teknolojiyi geliştirebildiler.

İkinci sebep ise, kişiler bedenlenmeden önce, neye inanacakları kalplerine mühürlenmiştir. Farklı bir ortamda doğsa bile kalbi neye mühürlüyse o inancı bulup ona inanır. Fakat her inançtakiler yaklaşık aynı ruhsal güçle bedenlenenlerden oluştuğu için yöre olarak onlara seçilen bölgede bedenlenirler. Araya az da olsa diğerlerinden de karıştırılır ki! biraz denge sağlanmış olsun. Ve bu sayede inançlar yaşamaya devam eder. “Benim inancım doğru, seninki yanlış” tarzındaki boş sidik yarışları da, her zaman olmaya devam edecektir.

Kuran’ın, bu süreçte yapması gerekeni yapmış olduğunu görüyoruz. Fakat son kitap olmasından kaynaklanan ikinci ve en önemli görevi de, kıyamet sürecini hazırlamaktır. O görevine de başlamıştır. Fakat henüz çok baştadır. O görevini yerine getirdiğinde, sadece gençler değil, hemen herkes onu anlayacaktır. Çünkü, inançla bakan da, inançsızda, mantığına hükmedeceği için, onun değerine varacak ve dünya yeni bir yola girecektir.

Baştaki soruya dönersek Kuran, ‘son kitap’ olmanın ağırlığını taşıyıp taşıyamadığını iki farklı bakış açısıyla değerlendirmeliyiz. Geleneksel İslam açısından bakarsak, artık taşıyamıyor. Eğer, oluşturacağı yeni misyon açısından bakarsak, muazzam bir iş yapacağını görebiliyorum.

Seyfullah Demir