Makaleyi buradan dinleyebilirsiniz…

Önce Profesör Yaşar Nuri Hocayı dinleyin, sanırım makaleyi daha iyi anlayacaksınız. Hocanın vurgulamaya çalıştığı, “Allah, evrenin kendisidir” düşüncesidir. Bu düşünce benim de vurgulamaya çalıştığım şeydir.

Kuran, yaratıcıyı tek olarak söylerken, aslında iki farklı gücün tanımını yapar. Önce bu iki tanımı anlayalım.

İlk tanım “Allah’ın sınırsız ve sonsuz gücü olduğu” mantığıdır. Bu mantık, Kuran’da [tooltip layout=”classic” text=”O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca ‘ol!’ der, o da hemen oluverir.” effect=”1″]Bakara  117[/tooltip] ayetinde anlatılır. Orada bir iş için, “Allah’ın murad etmesi yeterlidir” der.  Yani Allah’ın bir şeyi gerçekleştirmesi için istemesinin yeterli olduğunu anlatmaktadır. Mevcut İslam inancında da Allah için bu tanım uygun görülmüştür.  Oysa Kuran’da bu durumla çelişen pek çok ayet vardır. Bu ayetlerden bazılarını inceleyelim.

  • Kuran’da ([tooltip layout=”classic” text=”Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” effect=”1″]Arâf 54[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=”Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (onu hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” effect=”1″]Yunus 3[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=”O, öyle bir Allah’dır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su üstündeydi. Onlara ‘öldükten sonra tekrar dirileceksiniz’ dersen, o kâfirler de kesinlikle sana: ‘Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir.’ diyecekler.” effect=”1″]Hud 7[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=”Gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmeden Rahmân’dır. Haydi ne dileyeceksen o her şeyden haberdar olan (Rahmân)dan dile.” effect=”1″]Furkân  59[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=”Allah O’dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur (hakim olmuştur). Sizin için O’ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi! Artık düşünmeyecek misiniz?” effect=”1″]Secde  4[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=”Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.” effect=”1″]Kaf 38[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=”O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istivâ etti (hükümran oldu). Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” effect=”1″]Hadid 4[/tooltip])  ayetlerinde, evrenin yaratılmasının altı gün sürdüğünü yazmaktadır. Burada söylenenin evre olduğu, yani zamandan bahsetmediğini iddia edenler var ama, gerçekte, evrenin yaratılmasına baktığımızda, Büyük Patlamadan beri 13,5 milyar yıl geçmiş ve bu zaman içinde insan, ancak 60-200 bin yıllık bir süreç içinde var olmuştur. Yani aslında evrenin yaratılması, “ol” deyince olmamıştır. Büyük Patlamadan sonra, doğa kanunları işlemiş ve zaman içinde günümüze kadar olaylar gelişmiştir.
  • Hac 47 ayetinde “Bununla beraber Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.” diyerek Rabbin de zamana tabi olduğunu açıkça söylemektedir. Her ne kadar; farklı bir hızda zaman geçiyor olmasına rağmen, zaman içinde olmak; sınırsız bir güce sahip olunamayacağını belirler. Çünkü, zaman içindeki bir güç, asla sınırsız bir güce ulaşamaz. Zaman içinde ileri ya da geri hareket edebilmek büyük bir yetenek olmasına rağmen, kişiye sınırsız güç katmaz. Çünkü, zamana tabi kimse ol deyince “ol”duramaz. Süreci beklemek zorundadır. Nitekim Secde 5 işlerin “sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir” diyerek bu durumu teyit eder. Birileri “istese anında her şeyi yapar” diyebilir ama, bu durum zamanın yapısına aykırıdır. Kişi, zaman içindeyse, bu durum mümkün değildir. Onun Allah olması, bir şeyi değiştirmez. Eğer zamanı Allah yarattıysa, kendisini de, içine hapsetti demektir.
  • İSRA 42 “De ki: Allah ile beraber dedikleri gibi ilâhlar olsa idi o takdirde onlar o Arşın sahibine elbet bir yol ararlardı” diyerek, açıkça Allah ile Arşın sahibinin ayrı ayrı olduğu görülmektedir. Her ne kadar Arşın sahibinin Allah olduğunu söyleseler de ayet ayrı olduğunu söylüyor.
  • Araf suresinde anlatılan Âdem’in hikâyesine göre, Şeytan Âdem’i kandırarak, yaklaşmamaları gereken ağaca yaklaştırarak; Allah’ı alt etmiştir. Sınırsız güçlere tabi birinin, böyle bir olayı fark etmemesi mümkün değildir. Bunun nedeni ancak Hac 47’de dediği gibi, zamana tabi birinin, o anda zamanın başka bir yerinde olmasından olabilir. Bu da, gücün sınırsız olmadığının çok açık bir delilidir.
  • Şeytan ayetleri olarak bilinen vakayı, İmam Rabbani’nin kaleminden okuyalım.

 [stextbox id=”grey”]“Çoğumuzun bildiği gibi, birgün Seyyid-ül-beşer Eshâbı ile oturuyordu. Kureyşin ileri gelenleri ve kâfirlerin şefleri orada idiler. Seyyid-ül-beşer onlara (Vennecmi) sûresini okudu. Onların putlarını anlatan âyet-i kerîmeye gelince, mel’ûn şeytân putları öven birkaç sözü, o Serverin sözüne ekledi. Dinleyenler, bunları da o Serverin sözü sandılar. şeytânın sözlerini âyet-i kerîmeden ayıramadılar. Orada bulunan kâfirler bağırmaya başlıyarak, Muhammed bizimle sulh yapdı, putlarımızı övdü dediler. Orada bulunan müslimânlar da, okunan sözlere şaşakaldılar. O Server şeytânın sözlerini anlamadı. (Ne oluyorsunuz?) diye sordu. Eshâbı kirâm, siz okurken bu sözler de araya karışdı dediler. O Server düşünceye daldı ve çok üzüldü. Hemen Cebrâîl-i emîn vahy getirdi. O sözleri şeytânın karışdırdığı, bütün Peygamberlerin sözlerine de karışdırmış olduğunu bildirdi. Allahü teâlâ, o sözleri âyet-i kerîme arasından çıkardı. Kendi kelâmını sapsağlam yapdı.”[/stextbox]

Hac  52  ayetiyle bu hikayenin gerçek olduğunu anlayabiliyoruz.

 [stextbox id=”warning”]Hac 52 (Ey Muhammed!) Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder (güçlendirir). Allah Alîm’dir (herşeyi bilir), Hakîmdir (Hikmet sahibidir)[/stextbox]

Görüldüğü gibi yine sınırsız gücü olanın, asla yaşamayacağı bir durum yaşanmıştır. Burada da tıpkı şeytanın Âdem’i kandırırken ki durum vardır. Şeytan, ikide bir Allah’ın istemediği şeyleri, Allah’a sezdirmeden yapmaktadır. Allah’ın durumu sonradan fark etmesi onun sınırlı güçlere sahip olduğunun göstergesidir.

Buna benzer şeyler Kuran’da vardır ama, fazla da abartmaya gerek yoktur.

Kuran’da iki farklı güç tanımının yapıldığı görülmektedir. Fakat Kuran yaratıcının tek olduğunda da ısrarlıdır. Yani bu iki farklı güçlere sahip tek varlık varmış gibi söylenmektedir. Aslında, bu tezat gibi görünen şey durumun tam anlatımıdır. Bu durumun izahını yapmadan önce, Kuran’da bulunan Rab, Allah, Yüksek melekler Topluluğu, Arşı taşıyanlar gibi kavramların ne olduklarını incelemeye çalışalım.

Rab: “Terbiye edip eğiten, varlıkları belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi yöneten” demektir. Rab kavramı, “yaratan” ve “ilah” gibi kavramlarla karıştırılmamalıdır. Kuran’da Rab Allah’ın isimleri arasında kullanılmamıştır. Rab Allah’ın yaptığı ana işi belirtir. Yani Allah bizim ve paralel evrenlerin ana yöneticisi uygulayıcısıdır.(Rabbul Alemin=Alemlerin yönetricisi)

 [stextbox id=”warning”]Tekvir 29 Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince, siz dileyemezsiniz.[/stextbox]

Ayetinde de görüldüğü gibi, Allah alemlerin Rabbidir. Yani onun müsebbibidir. Alemler ile kastedilen, paralel evrenlerdir.

 [stextbox id=”warning”]Yusuf 39 “Ey benim zindan arkadaşlarım! Parçalara bölünüp fırkalaşmış rabler mi daha hayırlıdır, Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı?”

Müminun 14 Sonra nutfeyi bir alaka yarattık, derken o alakayı bir çiğnem et parçası halinde yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.[/stextbox]

Yusuf 39’da görüldüğü gibi, Rab kelimesi Allah’tan başkaları içinde kullanılır. Müminun 14’de ise “yaratanların en güzeli”  olarak tasvir edilir. Sanki yaratanların en çirkini de var gibidir. Tevrat’ta da peygamberler içinde Rab kelimesi kullanılmıştır. Onun için Rab kelimesini Allah’ın yöneticilik, yol göstericilik, rehberlik etme vasfı olarak almak gerekir.

[stextbox id=”warning”]Araf 33 De ki: “Rabbim, sadece fuhşiyatı, onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere isyanı, haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır”.[/stextbox]

Bu ayette de Rab, Allah’ın nelerden hoşlanmadığını açıklıyor. Yönetimde; altta olanın, yöneticisinin isteklerini avama anlatması gibi.

Allah: İçinde yaşadığımız evrendeki her şeyin müsebbibidir. Kuran’dan birkaç ayet alarak durumu anlatmaya çalışayım. Ayetlere baktığımızda, Evrende olan her şeyi, Allah’ın tasarrufunda görürüz.

 [stextbox id=”warning”]Bakara 164 Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.

Yûnus  31  De ki, “size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?” Hemen “Allah’dır” diyecekler. De ki, “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” [/stextbox]

Ayetlerde, kendiliğinden olup giden olayların Allah tarafından yaptırıldığını görüyoruz. Bu anlatım önemli bir duruma işaret etmektedir. Allah’ın, aslında bu evreni oluşturan yazılım olduğuna delildir. Yani evrendeki her şeyin müsebbibi Allah’tır ama, her şeyi yapabilmesi bilinçten değil yazılımından gelmektedir. Çünkü, evrendeki doğal süreç ancak bir program vasıtasıyla oluşabilir. Yağmurun yağmasının nasıl olduğunu biliyoruz. Yağmur birileri tarafından yağdırılmıyor. Doğa kanunlarının kendiliğinden işlemesi sonucu oluyor. Kuran’ın bu işe “Allah yapıyor” demesi, onun bir yazılım olduğunu anlatmaya çalışmasındandır. Bu bilgi ancak bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle anlaşılacak bir bilgi olduğu için hitap bizedir.  Geçmişteki insanlar, bir bilincin, her zerreyi düşünerek organize ettiğini kabul etmesi doğaldı ama, günümüzde de aynı düşünceleri paylaşan insanların olması biraz garip.

Aslında Allah’ın yaptığı ama doğa kanunu olmayan bir durum yoktur. Örneğin; Allah’ın dualara cevap vermesi de doğa kanunudur. Çünkü Allah programı, düşüncelere cevap verecek şekilde bir yazılıma sahiptir. Onun için olumlu ya da olumsuz düşüncelerden etkilenerek, evrenin gidişatına etki eder. Ve dinler asıl bu olaylara etki etmek için oluşturulmuştur. Düşüncenin, daha doğrusu istemenin devreye sokulması, ibadetler sayesinde olmaktadır. İbadete inanan kişi, kendini; -ancak ibadetini yaptığında- Allah’tan bir şey istemek için layık görmektedir. Yani dinlerin bir faydası da, insanların düşünce sistemiyle evrene etki etmesini sağlamaktır. Elbette bu durum, durumdan bihaber insanlar için geçerlidir. “Arif için din yoktur” derler ama, gerçekten ne anlama geldiğini bilenin olduğunu sanmıyorum. Yanlış anlaşılmaması için bir detaya dikkatinizi çekmek isterim. Yapılan dualar evrenin akış yönüne zarar verecek türden ise kabul olmazlar. Bildiğim kadarıyla tüm İslâm ülkelerinde binlerce yıldır, “gavurların kahrolması” için beddua yapılır ama, asla gerçekleşmemiştir. Çünkü bu duanın kabul edilmesi demek akışın farklı tarafa akması demektir. Ona müsaade edilmez.

Başka bir durum da Bakara 7’de Allah, onların kalpleri, kulakları üzerine mühür basmıştır. Onların kafa gözleri üstünde de bir perde vardır. Onlar için korkunç bir azap öngörülmüştür. der. Bu durumu biraz açmak gerekir. Çünkü burada da programın işlemesi söz konusudur ama, kişilerin neye uyacağı, program harici bir yüklemeyle yapılmaktadır. Şöyle anlatmaya çalışayım. Her ruh dünyada yaşayacağı hayatını, birkaç alternatif içinden seçer. Seçtiği hayatındaki dini Budizm ise, ya o ortamda bedenlenecektir ya da suyun çatlağını bulması gibi, bir şekilde Budizm’i bularak ona inanacaktır. Çünkü, o hayatında yapacağı en iyi tekâmülün şartları, Budizm içindedir. İşte böyle birinin kalbi ve kulakları Budizm’e mühürlüdür. Kuran’da anlatılan mühür işi bunu anlatır. Burada dünyaya gelen kişi, Allah programı içinde her şeyi otomatik yaşar ama, öte dünyada birileri ona yükleme yapar. Öte dünyada işleri organize edenleri; (Elmalılı çevirisiyle) ‘Yüksek Melekler Topluluğu’ diye tanımlamaktadır. Kuran ek bilgi olarak verdiği bu tanım, aslında RAB kelimesinin açılımıdır.

Yüksek Melekler Topluluğu: Kuran’da [tooltip layout=”classic” text=”Onlar yüksek (melekler) topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar.” effect=”1″]Saffat 8[/tooltip], [tooltip layout=”classic” text=“‘Münakaşa ederlerken, benim melekler yüksek topluluğuna ait ne bilgim olabilirdi?'” effect=”1″]Sad 69[/tooltip] ayetlerinde, bir topluluğun adı olarak geçmesine rağmen hakkında hiçbir açıklama yoktur. Kelime anlamında Meleklerden bir kısmının diğerlerinden daha yüksek bir seviyede olduğu anlaşılmaktadır. “Ne iş yaparlar?”, “neden öyle bir topluluk var?” gibi soruların cevapları Kuran’da açık değildir. Ben bu detayın özellikle verildiğini düşünmekteyim. Dediğim gibi RAB kelimesinin açılımıdır.

Arşı taşıyanlar: Mümin 7 ayetinde -güzel bir tanımla- anlatılan bu güç, aynı zamanda Yüksek Melekler Topluluğunu açıklar niteliktedir.

 [stextbox id=”warning”]Mümin 7 Arşı taşıyanlar ve onun etrafındakiler, Rablerinin hamdiyle tesbih ederler ve O’na inanırlar. İman etmişler için de şöyle bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O, tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru.”[/stextbox]

Ayette, Arşı taşıyanlar ve onların etrafındakiler diye iki ayrı topluluktan bahsetmektedir. Etrafındakiler ile tanımladığı Yüksek Melekler Topluluğudur. Yüksek Melekler Topluluğunun kimlerden oluştuğu hakkında Kuran’da açık bir anlatım olmamasına rağmen, benim görüşüm tekâmül ederek üst seviyelere çıkmış ruhlardan oluştuğu yönündedir. Çünkü Enbiya 26 ayetinde “meleklerin bir zamanlar kul olduğunu” söylemesi önemli bir ayrıntıdır.  Ayrıca, Mearic 4 ayetinde dediği gibi, “ruhların, elli bin yıl süren bir günde O’na yükselmesi” söz konusudur. Yani sistem; tekâmül edip, yükselmek üzerine kurgulanmıştır. Bu ayetlerden; ruhların önce insan, sonra melek oldukları ve sürekli tekâmül ederek sonunda O’na döndükleri anlaşılmaktadır. Bu süreç başka ayetlerle de desteklenmektedir.

Bu sistem Agartanın misyonu adlı makalede anlatmaya çalıştığım Brahatma mantığını da açıklar niteliktedir. Orada “Agarta’nın en yüksek başkanı Brahatma unvanını taşımaktadır. Brahatma, “ruhların İlahi Ruh’taki desteği” anlamına gelmektedir.” Brahatma’nın iki yardımcısı vardır; bunlar Mahatma, yani “Evrensel Ruhun temsilcisi” ve Mahanga, yani “Kozmos’un tüm maddi organizasyonunun sembolü” unvanlarına sahiptirler.” şeklinde bir tanım yapılmıştı. Bu tanıma göre, Arşı taşıyanların Brahatma ile aynı şey olduğu görülmektedir. Brahatmanın iki yardımcısı, Yüksek melekler topluluğu ve Allah’tır. Yüksek Melekler Topluluğu; Mahatmaya, Allah; Mahangaya karşılık gelir. Mahanga kozmozun maddi organizasyonuna karşılık gelmekteydi. Allah’ta görünen evrenin yazılımıdır. Yani ikisi aynı şeydir.

Kaynak: Kuran’da kaynak açık olarak belirtilmemiştir. Çağrıştıracak detaylar vardır. Benim kaynak adını vermemdeki sebep, Kuran’daki “O’ndan geldik, O’na döneceğiz” mantığıdır. Çünkü Büyük Patlamayla O’ndan geldik ve tekâmül ederek O’na dönüyoruz.  Yani evvelimizi ve ahirimizi oluşturan şeyin, “Kaynak” olarak anılması bana uygun gözüktü. Kuran da “Arşın sahibi” veya “O” olarak tanımlanmaktadır. Benim için önemli ayetlerden biri İSRA 42 ayetidir. Ayette açıkça “Allah’ın, arşın sahibine gidebilmek için yol aradığı” yazmaktadır. Yani Allah ile Arşın sahibi ayrı ayrıdır. Ayrıca Tâ-hâ 5 ayetinde yazdığı gibi, pek çok ayette, Allah’ın “Ârş’a istiva ettiği” yazmaktadır. İstiva kelimesinin anlamlarından biri de yükselmektir. Her ne kadar mevcut inançta kimse bu anlamı kullanmıyor olsa da, benim görüşüm, kelimenin asıl anlamı “tekâmül ederek yükselmektir”.  Bunlar haricinde Allah ile kaynak arasındaki ayrımı ortaya koyan asıl ayet  Âl-i İmrân 18 ayetidir.

 [stextbox id=”warning”]Âl-i İmrân 18 Allah şehadet eyledi şu gerçeğe ki, başka tanrı yok, ancak O vardır. Bütün melekler ve ilim uluları da dosdoğru olarak buna şahittir ki, başka tanrı yok, ancak O aziz, O hakîm vardır.[/stextbox]

Ayette de görüldüğü gibi, Allah bile yaratıcının “O” olduğuna şehadet etmektedir. Elbette meleklerin de gerçeği bilmesi doğaldır ama ayetten bazı insanların da gerçeğe vakıf olduğunu anlayabiliyoruz. Fakat durumu karıştırmamak için bir detaya dikkat etmek gerekir. Kaynak bizim yaratıcımız olmasına rağmen evrenin içine karışmıyor. Çünkü yaptığı program gereği her şey olup bitmektedir. Öyle muazzam bir program yapmış ki! karışmasını gerektirecek bir aksaklık olması mümkün değildir. Zaten, bir aksaklık olsa bile, Arşı Taşıyanlar, durumu düzeltebilecek yetenektedir.

Bu ayete yapılan savunmanın biri Allah bazen kendine O der denmektedir. doğrudur ama bu şu demektir. “ben şahidim ki ben Seyfullah’ım” demek gibi oluyor. kendime şahit oluyorum…mantıklı mı?sizin siz olduğunuza kendinizin yapacağı şahitlik pek mantıklı değil. Bu durum sizden birileri şüphenelendiğinde ortaya çıkar ve size sorulmaz. dışardan delil istenir.  Allah’ın dışardan bir delili yok ki kendisine şahitlik etmektedir.

Kaynağın yaptığı programı Kuran, Levhi Mahfuz olarak tanımlamaktadır. Evrendeki tüm bilgi onun içindedir. Fakat insan olarak bizler, Allah alt programı içindeyiz. Bizler bedensiz yaşama geçtikten sonra, Allah programından çıkıp, Levhi mahfuz programı içinde sürece devam edeceğiz.

Kaynak, ana programı ile yani, “Büyük patlamayla başlayan sürecin astral düzeyin oluşumuna kadar olan kısmını” planlamıştır. Arşı taşıyanlar ise Allah alt programıyla görünen evren ve paralel evrenler kısmını plânlamıştır. Birinci program Levhi mahfuz, ikinci alt program ise Allah’ tır. Bu mantıkla baktığımızda Allah’ın tanrı olmadığını anlarız. Zaten epey zamandır Ahmed Hulüsi beyefendi, bunu söyleyip durmaktadır.

 [stextbox id=”grey”]

Hazreti Muhammed’in açıkladığı “Allah” bir TANRI değildir!..

Hazreti Muhammed’in açıkladığı “Allah”, ahad’dır!..

Hazreti Muhammed’in açıkladığı “Allah”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!..

İslâm’ın “Tevhid” inancı, yani Hazreti Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi, Tapınılacak tanrı olmadığı; Allah’ın ahad olduğu ve dolayısıyla bir Tanrının mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!..

[/stextbox]

Bu kısa tanıma bakıp Ahmed Hulusi beyefendiyi yanlış yorumlamayın. Ben, bana gereken kadarını aldım. Bundan sonraki düşüncelerim ondan ayrı olduğu için alıntı yapmadım. Onun düşüncelerini okumak isteyen netten okuyabilir. Bu anlatımın en önemli ayrıntısı “insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır” söylemidir. Sayın Hulusi’nin bu sözü hangi anlamda kullandığından çok, bana yaptığı çağrışımı alacağım. Gökte bir yerlerde tapınılacak bir tanrının olmaması ve her insanın kendi uğraşlarıyla bir şeyleri başarıyor olması, önemli bir detaydır. Bu söylem İnşikâk 6 ayetindeki “Ey insan! Kuşkusuz sen Rabbine doğru çaba üstüne çaba sarfetmektesin, nihayet O’na varacaksın.” söylemiyle birebir örtüşmektedir. Ayette, bu durumu tüm insanların başarmış olduğu görülmektedir. Yani ayette “ey insan!” diyerek hiçbir din, milliyet ya da günahkâr ayrımı yapmadan, tüm insanların, Rabbine doğru yaptığı yolculukta başarılı olacağını söylemektedir. Ayetteki Rab, yönetici anlamında olduğu için hem Allah, hem de Kaynak için kullanılabilir. Ayetteki “nihayet O’na varacaksın” sözündeki “O” Kaynağı işaret eder.

Kuran’da tanrı kavramındaki bu farklılık Sayın Serhat Ahmet Tan’ında dikkatini çekmiştir. Serhat Ahmet Tan’ın Kozmik Satranç adlı kitabında bu konuya şöyle değinmiştir.

 [stextbox id=”grey”]“Sonuçta, Kuran’da Rab olarak zikredilenin yöneticiler ve yol göstericiler olarak anlaşılması, daha uygun olacaktır diye düşünüyorum. Bu varlıklar, mücadelenin bir tarafı olduklarından, onların da aşkın bir varlık, Allah tarafından yaratılmış ama, geliştirdikleri medeniyet ve teknoloji sebebiyle sanki, Allah’tan ayırt edilemeyecek güçlere sahip olabildiklerini anlayabiliriz” (Sayfa 242)[/stextbox]

Görüldüğü gibi yazar, Allah’tan farklı birilerinin varlığını öngörmektedir. O, iki farklı güç görüyor olmasına karşılık ben üç farklı güç görmekteyim.

Bu duruma göre Kaynak, Allah, Rab olarak üç farklı gücün kumandasında gelişmekteyiz. Yalnız Rab kelimesi hem isim hem de fiil olarak kullanıldığından pek çok şey gizlenmektedir. İsim olarak “Rab” ile “Yüksek Melekler Topluluğunu” anlamalıyız. Fiil olarak hepsinin ortak özelliğidir. Bu sayede farklı güçler, tek bir güçmüş gibi sunulabilmiştir. Aslında farklı güç dediğimiz, tek olan bir gücün, seviye farkından oluşan farklı görünümleridir. Zamanı geldiğinde hepsi tek olacaktır. Onun için Kuran tek tanrı vurgusu yapmaktadır.

Benzer durum Hristiyanlıkta da vardır. Onlardaki teslis inancı tam olarak bu güçlere karşılık gelir.

Baba: Kaynağ’a,

Kutsal Ruh: (Ruhül Kudüs) Allah’a,

Oğul: Rab’be karşılık gelmektedir.

 [stextbox id=”grey”]

Kutsal ruh Tanrı’nın etkin kuvveti, hareket halindeki gücüdür (Mika 3:8; Luka 1:35).

Tanrı isteğini yerine getirmek için gücünü dilediği herhangi bir yere ileterek ruhunu gönderir (Mezmur 104:30; 139:7).

Kutsal Kitap ayrıca kutsal ruhtan Tanrı’nın “eli” ve “parmağı” olarak bahseder (Mezmur 8:3; 19:1; Luka 11:20).

[/stextbox]

İncil’den alınan bu tanımlarda tam olarak bir programı anlatmaktadır. Yağmuru yağdıran Kutsal ruhtur ve tıpkı Allah gibi kendi olağan sürecinde işler.

“Allah” kelimesine Sayın Ahmed Hulusi’nin yüklediği anlamı beğendiğim için yazısından bir parça daha alıntılamak istiyorum.

 [stextbox id=”grey”]

“Allah”ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhaldir!..

Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanın da merkez kabul edilmesi gerekir…

Hâlbuki, “Allah”ın sınırı yoktur…

Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!.. Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!..[/stextbox]

Diyerek önemli bir detaya dikkat çekmektedir. Sayın Hulusi’nin yaptığı tanım, evrenin tanımıyla çok yakın bir örtüşme yapmaktadır. Evren için Einstein’in yaptığı tanımda buna benzerdir. Evrenin sınırlarının olmadığı haliyle bir merkezinin de olamayacağı düşünülmektedir. Bu iki tanımın bu kadar benzeşmesi bende, “onların aynı şeyi tanımladığı” izlenimi uyandırmaktadır. Gerçi Ahmed Hulüsi “Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!..” gibi fiziksel olarak mümkün olmayan bir tanımı da kullanması, durumu biraz karıştırıyor ama, içerisinin olmamasıyla, merkezin olmaması farklı şeylerdir. Bir şeyin merkezi olmaması, içinin olmadığı anlamına gelmez. Görünen evrende de, merkez tanımı yapılamaz ama evrenin içi var, fakat dışı yoktur.

Anladığım kadarıyla Kuran, doğal olarak sürüp giden olaylardan bahsediyorsa, Allah programından bahsediyor. Eğer bir yerde var olan bir güç gibi söyleniyorsa, Rab anlamında almak gerek. Allah, emir veren değildir ama, her şeyin müsebbibi odur. İşte çok önemli bir noktaya geliyoruz.

 [stextbox id=”warning”]Secde 2. Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafındandır.[/stextbox]

 Ayeti, aslında Kuran’ın Rab tarafından değil, Allah tarafından indirildiğini gösteriyor. Bunun anlamı şudur. Allah programı içinde insanlığın gelişimi için verilecek bilgilerin hepsi, otomatik olarak verilmektedir. Yani Kuran, peygambere otomatik olarak vahiy edilmiştir. Aynı şey, Einstein’ın da başına gelmiştir. Bu konularda bilgili olan Renan Seçkin Hanımefendiye göre, bilgi evrende yayınlanmaktadır. Önceleri doğru olduğunu pek düşünmemiştim ama, araştırmalarım beni de o sonuca götürdü. Evrene yayınlanan bilgi, onu almaya hazır biri varsa, ona ulaşmaktadır. Allah insanlık için gerekli olan tüm bilgiyi yayınlamaktadır. Yayını alabilecek seviyede insan olduğunda, bilgi ona sezgi halinde ulaşmaktadır. Eğer sezgi çok güçlü ise ona vahiy denilmektedir.

Eğer Allah gerekli bilgiyi yayınlıyorsa, onu alabilecek antenler gerekir. İşte insanlar bu anten vazifesini görmektedir. Ruhların, tekâmül ettiğini söylemiştik. Tekâmülün fiziksel karşılığı, ruhun frekansının artmasıdır. Allah tarafından yapılan yayın, eğer bir ruhun frekansıyla eşleşirse, o kişi yayını alabilmektedir. Dünya nüfusunun çokluğu sebebiyle, çoğu zaman, pek çok ruhun frekansı özdeş olur. Allah tarafından yayınlanan bilgi, aynı anda tüm dünyaya yayınlanmaktadır. Hatta, tüm evrene yayınlanmaktadır. İşte, çoğu zaman bu yayını birden fazla kişi alabilmektedir. Bu durum tarihimizde pek çok kez yaşanmıştır. Fakat, bilginin dünyaya yayılması bir program dâhilinde olur. Yani her bilgiye vakıf olan o bilgiyi dünyaya duyuramaz. Kişi eğer, Budizm gibi dünyasal değerlere önem vermeyen bir bölgedeyse, zaten, o bilgiler onun için asla bir mana taşımayacaktır. Onları anlayamayacağı için de, yayma imkânı olamaz. Kişinin alt yapısı o bilgiyi algılayıp, yorum yapabilecek seviyedeyse, ancak o zaman bilgiyi dünyaya duyurabilir. Fakat bilim insanlarının diğerlerinden küçükte olsa bir ayrıcalığı var. Kişi eğer bir bilim insanıysa, yaptığı bir araştırma varsa ve onu çözmeye çalışıyorsa, düşünce gücü bilgiyi ona doğru çekecektir. Böylece frekansı uymadığı halde, bilgileri kendine çekecektir. Fakat net bir bilgi elde edemez, çünkü, frekansı tam örtüşmez ama, aldığı bölük pörçük bilgilerle durumu kavrayabilir. Böylece bilim insanları tekâmülde en ilerde insanlar olmamalarına rağmen, bilgiye ulaşma imkânları olmaktadır.

Geçmişte bu tür insan sayısı çok az olduğu için, genelde maddeye önem veren ve tekâmülde iyi durumdaki insanların yaptığı şeyi günümüzde herkes yapabilmektedir. Herkes derken, bilime önem veren kesimde olanları kastediyorum.  Onun için icatların çok büyük bir çoğunluğu, maddiyata önem veren batıda gerçekleşmiştir. 

Dünyada arabanın icat edilmesi sürecini kullanarak, sistemin çalışmasını örneklendirelim. Böyle bir durumun olması için önce, enerjinin kullanılabilmesi gerekir. Çok daha önceden metalin bulunması ve işlenmesi bilgisi gerekir. Diyelim ki metalin bulunması bilgisi 50 frekansa ulaşıldığında alınacak bilgidir. Fosil yakıtın kullanımı için 70 frekansı uygundur. Araba ise 100 frekansında oluşacaktır. İşte ruhlardan bir veya bir kaçı önce 50 frekansına geldiğinde metal bilgisine hâkim olur ve metal dünyada sürekli kullanılmaya başlar. Birileri 70 frekansına geldiğinde fosil yakıt bulunur ve oda dünyada var olan bir bilgi olur. Ruhlardan bir veya bir kaçı 100 frekansına geldiğinde bu iki bilgiyi alır ve onlar arasında ilişki kurarak ilk arabayı yapar. Çok kabaca yaptığım bu anlatım, zannederim ne demek istediğimi anlatmıştır.

Fakat her bilgi, bu süreci takip etmez. Bazı bilgiler, çok daha önceden devreye girmesi gerekir. O zaman özel bir ruh görevlendirilir. Görevlendirilecek Ruhun frekansı o bilgiye uygun ruhlar arasından gönüllülük esasına uygun olarak seçilir. Böylece, en uygun yerde bedenlendirilir ve bilginin zamanından önce dünyaya gelmesi sağlanır. Bunlara örnek Einstein ve peygamberlerdir.  Peygamberler gelişen insanlığa uygun yaşam alanı oluşturmak için, devreye girerler. Onlara yardım da edilir. Pagan dinleri sonrası tanrı kral döneminin bitip, peygamberlik döneminin yaşanması bu sürecin göstergesidir. Einstein ise, normal olarak kendi zamanından 100 sene sonra dünyaya gelecek olan bilgiyi getirmiştir. Onun getirdiği bilgiler sayesinde öte dünyanın yapısı anlaşılabilecektir. Çünkü, kıyamette gereken bilgilerin alt yapısı, 100 senede ancak insanlığın malı olabilmiştir. 1900’lerin başından beri bu süreci özümsemekteyiz.

Hep Einstein’ın adını kullanıyorum, bunun nedeni çok bilindiği içindir. Oysa bu süreçte, Schrödinger, Pauli, Heisenberg, Dirac, de Broglie, Born, Bohr, Planck, Lorentz gibi isimlerin hakkını yememek gerekir. Çünkü, onlar Einstein’a rağmen Kuantum mekaniğini dünyaya kazandırdılar.

Rab, Arşı taşıyanların bilgileri ve hatta yönlendirmeleri sayesinde, her tür işleri organize ederek hem kendileri, hem de alttan gelenlerin tekâmüllerine katkı sağlarlar. Bunun yanında, altta olan ruhlar da kendinden daha altta olanlara rehberlik yaparak yardımcı olurlar. Orada yani öte dünyada her şey plânlanır. Fiili bir eylem yoktur. Örneğin Arşı taşıyanlar, enkarne olacak ruhun başına gelecek olan olumlu ve olumsuz her şeyi plânlar. Kişinin enkarne olduğunda her olay karşısında nasıl davranacağı, ne karar vereceği bilindiği için sonraki adım ona göre plânlanır. Fiziksel bir eylem olmadığı için, iş yapmak da yoktur. Onların tüm işleri tekâmül etmek ya da edilmesine yardım etmektir.

Tanımladığım güçlerden “ol” deyince oldurma gücü, sadece Kaynağa mahsustur. O, zaman genişlemesine tabi olmadığı için onun katında her şey zaman geçmeden oluşur. Kuran, her üç gücü tek olarak adlandırdığı için hepsinin özelliklerini söyler. Yani her şey (görünen evren, öte dünya, Yüksek Melekler Topluluğu, Arşı taşıyanlar) aslında Kaynağın tezahürleridir. Daha öncede yazdığım gibi; her şey O’dur. Arada sadece seviye farkı vardır. Seviye farkı sebebiyle güç de farklılık göstermektedir. Büyük Patlamayla oluşan zaman ve mekân yüzünden olayları anlayabilme kapasitemiz çok sınırlı kalmaktadır. Daha doğrusu, bilinç seviyemizin düşüklüğü yüzünden bizim anlayabileceğimiz bir sistem oluşturuldu. O sistem ise bizim hayal gücümüzü zaman ve mekân içine hapsetti. Böylece gerçeği görebilme kapasitemiz kör oldu. Sakın yanlış anlaşılmasın. Sanki daha önce görüyorduk da artık göremiyoruz şeklinde bir durum yoktur. Bizler ancak gerçeği anlama bilinç seviyesine doğru yaklaşmaktayız. Ancak zaman geçtikçe gerçeği anlama konusuna doğru ilerleyeceğiz. Kıyamette bir miktar görüşümüz açılacak ama, o bile ancak, gerçeğin çok küçük bir kısmı olacak.

Seyfullah DEMİR